Cemil Meriç’i, Kızı Prof. Dr. Ümit Meriç’ten Dinledik...

  • Güncelleme: 28.06.2021 00:17
  • Okunma: 4773 kez
  • Yorum: 0
Düşünce Dünyamızın Münzevî Yıldızı Cemil Meriç’i, Vefatının 34. Sene-i Devriyesinde Kızı Prof. Dr. Ümit Meriç’ten Dinledik...
Cemil Meriç’i, Kızı Prof. Dr. Ümit Meriç’ten Dinledik...
Röportaj: Ayten ÇALIŞ KURTÇU
Fikir hayatımızın kıymetli isimlerinden Hüseyin Cemil Meriç, 34 yıl evvel hakikat alemine yürüdü ancak vermiş olduğu önemli eserler, bugün yeni nesilleri beslemeye devam ediyor. Babasının önemli çalışma alanlarından biri olan sosyoloji sahasında ilerleyerek akademik kariyerini bu zemin üzerine inşa eden Prof. Dr. Ümit Meriç’le; Üstad Cemil Meriç’teki ciddiyeti, arayışı, şiirselliği, kendini tanıma iştiyakını ve okuma aşkını konuştuk.

Kendisini doğum öncesinden ölüm sonrasına değin Üsküdarlı bir hayat yolcusu olarak tanımlayan Ümit Meriç’in, “Ümid-i Üsküdarî” mahlası ile kaleme aldığı ve Üsküdar’ı serv-i revana sarılmış mor bir salkıma benzettiği bir de Üsküdar şiiri var. Bu kuvvetli Üsküdar sevdasından mülhem, söyleşimize de Meriç Ailesi’nin Üsküdar ile olan girift ilişkisinden başladık...

 

Soru: Meriç Ailesi’nin yaşamında ve ruh dünyasında Üsküdar nereye düşer?

“Dünyanın neresine gidersem gideyim, oraya İstanbul’dan değil Üsküdar’dan baktım!” diyen ve Üsküdar ile ilgili bir mahlasla Üsküdar için şiir de yazan bir düşünce insanısınız.

Öncelikle, Üsküdar’ın ailenizdeki ve sizdeki karşılığını alabilir miyiz? Sizin için, Üsküdar’ı İstanbul’un diğer ilçelerinden farklı kılan o ayırıcı ruh nedir? “Seyyahların Aynasında Şehirlerin Sultanı İstanbul” isimli bir eser de verdiniz. Neden özellikle Üsküdar?

“Serv-i Revana Sarılmış, Mor Bir Salkımdır Üsküdar!”

Ünlü seyyah Evliya Çelebi, “Üsküdar” kelimesini “Eski Dâr” olarak yorumlar. Aslında “zırhlı Roma askeri” manasındaki “Skutarion” kelimesinden gelen bu ifade, Evliya Çelebi’nin dünyasından bizlere intikal eden ışıkla; gerçekten de “eski kapımız” olarak anlamlandırılabilir. Çünkü malumunuz; İstanbul’un fethinden evvel, Üsküdar fethedilmiştir! Orhan Gazi, Doğancılar’da çadırını kurmuş ve Doğu Roma İmparatoru’nun kızı ile evlenmiştir. Hatta Doğancılar’dan Konstantinopolis’e bakarak, “Senin kızını aldım! Ama gelecekte benim torunlarım, inşaallah seni de İslam toprağı yapacaklardır!” diyerek aslî mesajını vermiştir.

Üsküdar, aynı zamanda Harem topraklarının da başlangıcıdır. “Harem” ismi, Üsküdar’ın o kıyı bölgesine; Harem-i Şerif’e giden yolun başlangıcı olduğu için verilmiştir. Dolayısıyla da Üsküdar’ın hem tarihimizde hem de değerler dünyamızda çok özel bir yeri vardır ve burası adeta manevi bir sınır kapısıdır. Rabbime her daim şükrederim ki; doğumdan önce Üsküdarlıyım, doğumum Üsküdar’da, uzun yıllar Üsküdar’da yaşadım ve Allah’ın ırciî emri vuku bulduktan sonra da mahşeri Üsküdar’da beklemek isteyen bir insanım. Yani doğum öncesinden ölüm sonrasına kadar Üsküdarlıyım diyebilirim.

Meriç Ailesi’nin de uzun yıllar Üsküdar’da yaşaması; aile fertlerinin hayatlarını Kokarpınar Sokak’ta, Nacak Sokak’ta, daha sonraki yıllarda Çengelköy’de ve Beylerbeyi’nde sürdürmüş olmaları, benim adeta dünyaya Üsküdar’dan bakmam sonucunu getirmiştir. Çocukluğumun o ilk demlerinde, bahçemizden Süleymaniye’yi seyreden; oradan Güneş’in batışını gören bir çocuğum. İstanbul’a, hep Üsküdar’dan baktım! Bu durum da benim Üsküdar’da kök salmama yol açtı. Bu nedenle, hayatımda yazdığım iki şiirin biri İstanbul, biri de Üsküdar için oldu. O şiirde de, “Serv-i revana sarılmış, mor bir salkımdır Üsküdar!” ifadesi geçer. Serv-i revan, bilindiği gibi çok uzun yüzyıllar yaşayan ve bir manada da hem ebediyeti hem ahireti temsil eden bir ağaçtır. Mor salkımsa her mevsim mor mor, güzel salkım çiçekler açar ve hayatın dünyada devam eden kısmını temsil eder. Bu açıdan Üsküdar’ın, bütünüyle serv-i revana sarılmış mor bir salkım olduğu kanaatindeyim. Zira hem ebedîliği hem de gelip geçen baharların tazeliğini ifade eden bir yer. Benim sıfır noktam! Hem kadim, hem taptaze...

Soru: Yerliliği idrak ve şükürle yaşarken, evrensele de hakim olabilme anlamında “kâmil bir yerlilik” şuuru”nun düşünce dünyamıza saldığı köklerden biri de; şüphesiz ki muhterem babanız Üstad Cemil Meriç. Kendisiyle hem bir baba-kız, hem de bir hoca-talebe ilişkisi içinde olduğunuzu ifade ediyorsunuz. Bu kuşatıcı ilişki biçimi içinde, Cemil Meriç “şuurlu bir yerli olma” bilincinize nasıl bir tesirde bulundu ve bir Cemil Meriç sürgünü olan Ümit Meriç’in dünya görüşünde “yerli olmak”, nasıl bir duruş sergilemeyi gerektiriyor?

“Bizdeki Yerlilik Şuuru,

Son Derece Kuşatıcı ve Bütüncül Bir Anlayıştır.”

3-4 Haziran 2021 tarihlerinde Mardin Artuklu Üniversitesi’nde “Yerel Tefekkürden Evrensel Düşünceye Cemil Meriç” başlıklı bir sempozyum gerçekleştirildi ve burada çok önemli konuları içeren 47 adet bildiri sunuldu. Günceli yakalayan değerli hocalarımız; Cemil Meriç’ten almış oldukları o kök suyunu, çok güzel bir biçimde yapraklarına kadar getirdiler. Böylelikle; yaşayan bir Cemil Meriç’in varlığı, bir kez daha ortaya çıktı.

Biliyorsunuz bizim tarihimizde, daima bizimle yaşayan bir çınar efsanesi vardır. Zira Osman Gazi’nin rüyasında gördüğü o çınar, kültürümüzde çok değerlidir. Kökleri Anadolu’da; dalları ise Balkanlar’da, Ortadoğu’da ve Kuzey Afrika’da olan bir çınardır bu! İşte bu çınar, benim hayatımda çok önemli bir metafor teşkil ediyor. Çınarın kökleri Anadolu’da, İstanbul’da ama köklerinden fışkıran dallar ve o dalların ucundaki yapraklar aslında bütün dünyaya uzanıyor. Osman Gazi’nin rüyasında belli bir coğrafyayı gölgeleyen bu çınarın yaprakları, benim değerler ve dilekler dünyamda ise bütün bir dünyayı gölgelendiriyor.

Söz konusu bu çınar metaforu, benim hayatımda bir gerçeğe de dönüşmüştür. Domaniç Yaylası’na gittiğim bir zaman diliminde, tanış olduğumuz iki Müftü Efendi; orada Ertuğrul Gazi’nin annesi, Osman Gazi’nin de büyükannesi olan Hayme Hatun’un, torunu Osman Gazi’nin beşiğini astığı bir çınar olduğunu ifade etmişlerdi. Ağacın kuruduğunu ancak çınarın Kültür Bakanlığı tarafından etrafı çevrilerek koruma altına alındığını ve önemli hatırasının, bir ziyaret ağacı olarak yaşatıldığını söylediklerinde; elbette kıymetli bir tarihî vakaya şahitlik etmiş bu ağacı görmek istedim. Sağ olsunlar beni oraya götürdüler. Etrafı telle kapatılmış olsa da, telin sınırına yakın bir yerde o ağaçtan kopup düşmüş olan bir dal parçası gördüm! “Acaba bu dal parçasını alsam ve bunu evimde çerçeveletsem; bu mübarek ağacın izni olur mu?” diye sordum ve Müftü Efendiler de “Buraya bu kadar zaman geldik, hiç böyle bir dal parçası görmedik. Herhalde ağaç, bu dalını size ikram ediyor!” dediler. Ben de o dalı aldım ve evimde bordo kadife bir zemin üzerine, altın yaldızlı bir çerçeveye yerleştirdim. Evimde çok kıymetli bir hatıra olarak saklıyordum. Daha sonra o dönem Milli Eğitim Bakanlığı görevinde olan Nabi Avcı Bey’i ziyaret etmem söz konusu oldu. “Osman Gazi’nin beşiğini taşımış olan bu çerçeveli çınar dalı, benden ziyade bu ülkenin eğitiminin milli olması için çalışan çok kıymetli bakanımıza layıktır.” diyerek, dalı kendisine takdim ettim. Kendileri de bunun aldıkları en kıymetli hediyelerden biri olduğunu söyleyerek öpüp başlarına koydular, bu şekilde kabul ettiler.

Sonuç olarak yerellik ve evrensellik meselesinde, bahsetmiş olduğum bu çınar metaforu bence birçok şeyi anlatıyor. Bugün İslamofobi’nin pompalandığı bir dünyada yaşıyoruz ve ben beşeriyetin, bu tavır ile bindiği dalı kestiğini düşünüyorum. Çünkü insanlık birçok beşerî ve dinî sistemleri benimsedi. Bunlara Hıristiyanlık, liberalizm, diğer adıyla söylersek kapitalizm ve globalizm, hatta sosyalizm de dahildir. Hiçbiri, beşeriyetin problemlerini çözmek konusunda başarılı olamamıştır. Halbuki hem dünyevî hem de uhrevî sorunları çözme imkanına sahip olan İslamiyet’in sağlıklı anlaşılması, benimsenmesi ve yaşanması halinde ortaya çıkacak olan insan mizacı; yaşadığımız her açmaza devadır. Zira bu kuşatıcı anlayışın özünde tevhidî bir bakış, bütüncül bir şifa vardır. Dolayısıyla da bizim yerlilik şuurumuz özünde İslamî bir çekirdeği barındırdığı için böylesi kuşatıcı, ihata edici ve bütüncül bir anlayıştır.

 

Soru: Babanızın en belirgin kişilik özelliğinin “ciddiyet” olduğunu; farklı vasıfların, bu sıfatı takip ettiğini ifade ediyorsunuz. Cemil Meriç’teki ciddiyet olgusunu biraz açabilir misiniz? Ondaki ciddiyet nasıl bir haldir ve bu vasıf kendisinin düşünce dünyasına, üretimlerine, gündelik yaşamına ne şekilde yansımıştır?

“Babam, Yaşamımızdaki Orkestra Şefiydi!”

Bizim aile olarak günlük hayatımız, adeta kurulmuş bir saat gibiydi. Sabahleyin 7 civarında kalkılır, babam muntazaman sporunu yapar, kahvaltının akabinde gazete okunur, ondan sonra da kitap çalışmalarına başlanırdı. Öğlen yemeğinden sonra hafif bir istirahat molası verilir ve daha hafif bir şeyler okunurdu. Ardından da yine akşam saat 6’ya kadar çalışılırdı. Saat 11 olduğunda ise babam annemin ayranını yapardı ve o ayran bittikten sonra, sanki uzak bir yolculuğa çıkılacakmış gibi herkes birbiriyle sarılıp öpüşerek istirahate çekilirdi.

Annemle babamın evlilikleri 1942 yılında başladı ve annemin 1983’teki vefatına kadar sürdü. Benim şahit olduğum dönemde, bu program hiç aksamamıştır. Bugün 7/24 tabiri bankalar için kullanılıyor; biz de haftanın 7 günü, 24 saat içinde böylesi ciddi bir programla yaşardık. Babam orkestra şefi konumundaydı ve herbirimiz onun elleri olarak görev yapardık. Bu hayat, hiçbir aksama olmadan muntazam bir biçimde sürerdi. Babam esasen otoriter bir insandı ama bunu her gün ispat etmesine de gerek yoktu. Artık tren yola çıkmıştı ve hızını hiç kaybetmeden, belli duraklara uğrayarak ilerlerdi. Otoriter olmaya ihtiyacı yoktu, çünkü bizler olması gereken hayatı kabul etmiş ve hayatlarımızı ona uyarlamıştık. Bu anlamda bir ürküntüden söz edemeyiz. Ki zaten herbirimiz de görevlerimizi severek yapardık. Annem yemeği yapıp kahveyi pişirirken bunu büyük bir vazife şuuru ile, büyük bir sevgiyle yapardı. Ben ya da sekreter, babama kitabını okurken; işlerimize vazife şuuru hakim olurdu. Dolayısıyla da her seferinde masaya yumruğunu vurmasına gerek yoktu. Bu bir hayat biçimiydi ve bu yaşam biçimi, uzun yıllar boyunca devam etti.

 

Soru: Elimize ulaşan arşiv görüntülerinden, kendisinin oldukça heyecanlı ve bir o kadar da akıcı bir üsluba sahip olduğunu görüyoruz. Siz babanızın konuşmasını, hitabetini nasıl bulurdunuz?

 “Kelimelerin Hükümrânıydı...”

Söylediği her şey, onun zihninin filtresinden geçmiş olan ve apaçık, altın harflerle yazılmaya layık olan cümlelerdi. Dolayısıyla babam, önceden yazılmış bir metni okur gibi konuşurdu! Konuşması; yüksek seviyeden, okuma kıvamında, muntazam bir konuşmaydı. Asla durmaz, kekelemez ve son derece de uzun cümlelerle ilerlerdi. “Acaba bu cümlenin sonu nasıl bağlanacak?” dedirten, sizi o heyecana sevk eden bir tarzda konuşur ve en mükemmel şekilde noktası konan cümlelerle de bitirirdi. “Salonu avucumun içinde hissederim! Bir sinek uçsa duyarım!” derdi! Gözleri görmeyen fakat salona bu denli hakim olabilen bir hatipti. Açıkçası ömrümde birçok tiyatro sanatkârını da, hatibi de dinledim ama babamdan daha güzel konuşan bir insana hiç rastlamadım. Son derece dolu konuşur ve eğer çiçekten bahsediyorsa o çiçeğin kokusunu burnunuza kadar estirirdi. Rüzgardan bahsediyorsa, yanaklarınızda serin bir meltemi hissederdiniz! Babam, kelimelerin hükümrânıydı. Sadece güzel yazan değil, aynı zamanda çok güzel konuşan bir insandı.

 

Soru: Cemil Meriç’in şiir ile olan alakasının pek fazla bilinmediğini dile getiriyorsunuz. “Nesir”de usta bir kalem olan Meriç’in dünyasında “nazım” nereye düşer? Onun ruh dünyasında şiirin yeri nedir?

“Cemil Meriç, Mizaç İtibarıyla Şairdir.”

Babamın gençlik yılları, malumunuz Nazım rüzgarının estiği yıllardır. Zaten kendisiyle de şahsen tanışıyorlardı. Ve esasen babam, mizaç itibarıyla şairdir. Hatta o kadar şairdir ki; lise yıllarında her hafta bir şiir defteri doldurmuş ve bunu arkadaşlarına hediye etmiştir. Yazık ki bu defterlerin hepsi kayıp! Kemal Sülker, babamın o yıllardan arkadaşıdır. Kızı Tanzer Sülker, “O defterlerden birkaç tanesi bende mevcut!” demişti. Dolayısıyla, babamın Kemal Sülker’e de o defterlerden birkaç tane vermiş olduğu anlaşılıyor. Fakat aynı zamanda talebem de olan Tanzer Hanım, o defterleri bana iletemedi. Yani babamın 1930’larda yazmış olduğu o şiirleri temin edemedim. Ama “Düşen Bir Kadına Dair” ya da “Yol Türküsü” gibi gençlik yıllarımda tesadüfen elime geçmiş olan şiirleri var. Bu örneklerde de Nazım’ın rüzgarını hissediyorsunuz. Fakat çok geniş bir Fransız Edebiyatı ve Türk Edebiyatı mahfuzatına sahip olduğu için, zaman içinde o Nazım Hikmet etkisi azalıyor.

Örneğin Victor Hugo’dan yaptığı “Hernani” tercümesinde, Cemil Meriç’in nesre şiiri getiren o farklı üslubunu hissedersiniz! Nesri ne kadar şiirsel ise; şiirinde de o kadar nesrin tokluğu, hakimiyeti, tamlığı mevcuttur. Yani nesre şiiri getirmiştir ama şiire de nesri getirmiştir. Bir de şunu ilave edeyim ki; politik hadiselerle Afrin ve Afrin Nehri ön plana çıkınca, babamın Afrin ile ilgili şiiri de birçok dergide ve gazetede yer buldu. Yani Cemil Meriç’in, son siyasi olayların gündemine oturmuş olan Afrin Nehri için 1930’larda yazdığı bir şiir bulunmaktadır. Henüz İstanbul’a dahi gelmemiş olduğu dönemlerde, adeta ilerde Afrin’in kazanacağı önemi hisseden bir önsezi ile Afrin hakkında çok güzel bir şiir yazmıştır. Ayrıca babamın dostu olan Fırat Kızıltuğ Hocamızın da, “Cemil Meriç’in şairliği üzerinde hiç durulmuyor ama aslında o, Türk Dili’nin önemli şairlerinden birisidir.” şeklinde bir tespiti vardır.

 

Soru: Meriç, “A’raf” isimli şiirinde, “Ben a’raftan ileri geçemedim. Geçemem de artık! Ama sana cennetin haritasını veriyorum. Unutma ki, biraz da seni taşıdığım için dizlerimin dermanı kesildi. Bu bir şikayet değil, bir ikaz! Nerelerden geçtik, bilemezsin...” diyor. Siz de, “Her entelektüel a’raftadır.” diyorsunuz.

“A’rafta kalmak” nasıl bir varoluş biçimidir ve arayan her ruh, A’rafta kalmaya mahkum mudur?

“Meriç’in Düşüncesi, Hep Bir Cevelân Halindedir!”

A’rafta kalmak, aslında dinamizmi korumaktır. Bir köşeye geçip oturmamak, bir nehrin suları gibi akmaya devam etmektir. Dolayısıyla da daima tazeliği, güzelliği muhafaza etmektir. Meriç’in düşüncesi de gerçekten hep bir cevelân halindedir. Hiç aynı yerde durmayan, hep konudan konuya süzülen ama işlemiş olduğu konuyu da en mükemmel kristal kadehlere yerleştirerek arkasında bırakan bir üslup ve kuşatıcılıktadır. Dolayısıyla Cemil Meriç’in dinamizmini, günümüzün ve yarınların okurlarına hitap etme gücünü; bu a’rafta olma haline borçlu olduğumuz kanaatindeyim. Çünkü, o hep a’raftaydı.

 

Soru: Düşünce erbabı insanların a’rafta olmalarına mukabil, modern insanın “dert” yoksunu olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da sadece kendi şahsına münhasır, biraz ego-santrik, ben merkezci, “tırnak içinde dertler”le mi meşgul acaba? Burada bir sıkıntı görüyor musunuz?

“Günümüz İnsanının Derdi Dünya!”

Bunu herkes için söylemek mümkün değil ancak günümüz insanının derdi, ekseriyetle dünya. Dünyadaki faniliğimiz, göçebeliğimiz yeniden insanoğluna kazandırılırsa; o zaman insanoğlu “dertsizlik” değil “dertlilik” deryasına dalacaktır.

Peki “dertlilik” ne demek? Elbette aldığımız her nefese, gördüğümüz her kelebeğe şükretmek durumundayız. Ne var ki “dert” dediğimiz şey ego-santrik dertler, salt dünyevî dertler haline geldiği için; insan bu dünyadaki faniliğinin sonuçlarını düşünemiyor, tahmin dahi edemiyor! Ancak günün birinde bu dertsizlik, büyük bir dertlilikle sona erecektir. İnsan bunu fark ettiği zaman, sanıyorum ki a’rafta olmadığı için esef edecek, yanacaktır...

 

Soru: “Kendini tanımak” meselesini önceleyen Meriç, size bir evlat ve yol arkadaşı olarak “kendini tanımak yolu”nu nasıl işaret etti? “8 yaşımdan 41 yaşıma kadar, ben de bir fikir işçisinin işçisi olarak çalıştım.” diyorsunuz. Bu yol arkadaşlığı içinde sizi kendini tanımak yoluna, daha çok söylemleriyle mi yoksa hal diliyle mi kılavuzladı?

“Babam, Kendini Bulmak Yolunda Bize;

Kendi Ayaklarımızla Yürümeyi Telkin Etmiştir.”

Bu sorunuza, tersten cevap vermek durumunda kalacağım. Çünkü babam bize küçükken, “Dininizi biz size öğretmeyeceğiz. Siz onu kendiniz okuyun, tanıyın, öğrenin; ondan sonra bu dine intisab edin.” tavsiyesinde bulunmuştur. Yani bu konuda bize rehber olmamış; kendi rehberliğimizi kendimiz yapmamızı, kendi göbeğimizi kendimiz kesmemizi, böyle bir imanın çok daha kavî bir iman olacağını telkin etmiştir. Nitekim benim hayatım da bu yolda atılmış adımlarla doludur. Manevi konularda kendi kanatlarımı çıkarmak zorunda kalan bir kelebek oldum diyebilirim. Sonuç olarak da kozamdan kendim uçtum ama bir kelebek olma yolundaki gayretlerim bugün de devam ediyor.

Cemil Meriç evlatlarına kendi kendilerinin rehberi olmaları halinde mutlak hakikate daha çabuk ulaşacakları yolunda bir tavsiyede bulunmuştur ama bu tavsiye acaba herkes için uygulanmalı mıdır? Buna, “Dininizi, çocuklarınızdan öğrenmeyiniz!” şeklindeki Hadis-i şerifle cevap vermek isterim. Bu açıdan, ebeveynin çocuğuna rehberlik yapması lazım geldiğini düşünürüm. Aksi takdirde, insan çok büyük bedeller ödeyebilir. Dolayısıyla da bu ıstıraplı yoldan ziyade, açılmış olan dengeli bir yolda ilerlemenin; insanın dünyası ve dünya sonrası için çok daha anlamlı, çok daha ferahlatıcı çok daha kavî cevaplar getireceğini tecrübe ile biliyorum.

 

Soru: Şüphesiz ki Üstad’ın vefatından sonraki bu 34 yıl içinde iletişim ortamı ve teknoloji sahasında çok ciddi değişimler ve hızlanmalar oldu. Babanız bugün hayatta olsa idi; sizce gençlere, eldeki bu önemli imkanları değerlendirmek noktasında ne tür tavsiyelerde bulunur, ekseriyetle yalanla hakikatin yer değiştirdiği böylesi kaotik bir düzlemde nasıl bir konum belirlemelerini salık verirdi?

“Cemil Meriç Bugün Hayatta Olsaydı,

Son Derece Şuurlu ve Etkin Bir İnternet Kullanıcısı Olurdu.”

Elektronik medyanın çok büyük faydaları olduğu gibi çok ciddi zararlarının da olduğu, hepimizin malumu. Cemil Meriç okurları “Hangi kitaptan başlayalım?” diye sordukları zaman, “Hangi kitaptan başladığınız önemli değil, mesele Cemil Meriç’i gerçekten okumak!” diyorum. Ki genelde, “Bu Ülke” isimli eserinden başlanılır.

Söylemek istediğim şudur ki; önemli olan, onun sözünü ettiği bir kavramın ya da bir şahsın, bir özel ismin peşine düşüp iz sürmektir! Örneğin İbn-i Haldun diyorsa, bir “Mukaddime”yi ya da “Tasavvufun Mahiyeti” kitabını okumadan Cemil Meriç’e devam etmemek gerektiği kanaatindeyim. Ya da bir Balzac diyorsa, orada okumayı kesip bir Balzac romanının okunması gerektiği düşüncesindeyim. Yani Cemil Meriç’i fikrî, kültürel, irfanî konularda bir rehber olarak kabul etmek ve onun geçtiği yollardan, onun topladığı çiçekleri toplayarak ilerlemek gerekir. Bu açıdan bir kütüphane insanı olarak Cemil Meriç’in, okurlarına bir kütüphane oluşturmak konusunda mutlak bir tavsiyesi vardır. O kütüphaneye ulaşılamadığı zamanlarda da elektronik ortamın son derece faydalı olduğu kanaatindeyim. Dolayısıyla Cemil Meriç bugün yaşasa idi, interneti en şuurlu ve etkin biçimde kullanan bir elektronik ortam takipçisi olurdu. Bu, asla onun kitaplardan vazgeçmesi manasına gelmezdi ama kitaplarla adım adım ilerlerken; zaman zaman internet ortamında da kanat açarak, oturduğumuz yerden ulaşma imkanımız olmayan yeni kaynaklara buradan ulaşırdı. Önemli bilgilere ulaşılması imkanını verdiği için, onun ciddi bir internetçi olacağını tahmin ediyorum.  

 

Soru: Kütüphanenin derin ve kuşatıcı atmosferinde büyümüş bir çocuk, hep bu ortamda yoğrulmuş bir ruhsunuz. Günümüzdeki hanelerde kütüphaneyi korumanın ve dahası yaşamsal kılmanın yolu nedir?

Oldukça geniş Meriç Kütüphanesi’nin oluşmasında, rahmetli validenizin sergilediği fedakarlığın son derece önemli bir rol oynadığını biliyoruz. Hız olgusunun ve dikkat dağınıklığının yaşam tarzı halini aldığı günümüzde; kütüphane için ayrılması gereken bütçenin esasen temel bir ihtiyaç olduğu, sizce nasıl anlatılabilir?

Dahası, okuma alışkanlığı olmaksızın “Batı’ya da Doğu’ya da hakim, ideolojilerin idrakimize giydirilen deli gömlekleri olduğunu keşfederek kendi öz kimliğine uyanmış bir gençlik” yetiştirilebilir mi? Kitap hayatın temel bir parçası olmadan, salt günün teknolojik imkanları ile bu çıta yakalanabilir mi?

 

“Çocuğun Kitap Alışkanlığı Kazanabilmesinde,

Ebeveynlerin Sorumluluğu Büyük...”

Marx’ın “Önce eğiticinin eğitilmesi lazımdır.” şeklinde, bu konuya denk düşebilecek bir sözü vardır. Yani evvela anne babaların eğitilmesi gerekmektedir. Ne yazık ki günümüzde anneler de babalar da internet kapanına çok sık ve uzun süre ile düştükleri için; aileler kütüphane kurmak gibi bir tasa içinde olmayabiliyorlar. Fakat bunun tersi örnekler de var.

Örneğin torunum üç yaşını bitirdi ve bugün aşağı yukarı 450 tane kitabı var. Ona üç yılda 450 kitaplık bir kütüphane yaptım. Birlikte olduğumuz vakitlerde de torunuma her sabah üç tane kitap okurum. Tabi buna bağlı olarak çocuğun Türkçesinde çok ciddi bir gelişme oluyor, hatta zaman zaman ağzından çıkan kelimelere hayret ediyorum! Öyle bir seçicilik ve hafızaya kayıt makinası halinde ki; benim hiç farkına varmadığım kelimeler, onun zihninde çoktan yerini bulmuş!

Ben bunun bir marifet olduğunu zannediyordum ve şimdi olduğu gibi neredeyse övünerek anlatıyordum. Ancak geçenlerde bir kitabevinden torunuma kitap seçerken, kütüphanesinde 750 tane kitabı olan 4 yaşında bir çocukla ve onun sayesinde kitap merakına düşen ailesiyle tanıştım. Yani böylesi güzel örnekler de var.

Bugün elektronik ortam, tam bir bıçak gibi! İnsan da öldürebilir, ameliyat yapıp hayat da kurtarabilir! Bu ortamdaki faydalı bilgilere zaman ayırmak, faydasızlardan da  mutlak olarak kaçmak gerektiğini düşünüyorum. Bilgisayar oyunları özellikle salgın döneminde insanların eve kapanmaları dolayısıyla, büyüklerin bile yöneldiği bir unsur oldu. Dolayısıyla insanlar geceler ve gündüzler boyunca elektronik ortamın bataklığına batıyor ve etraflarıyla irtibatlarını koparıyorlar. Bunu gören çocuklar da ellerine tutuşturulan cep telefonları ile anne babalarını taklit ederek anlamsız bir takım çocuk oyunlarını takip ediyorlar. Bu, esasen çok ciddi bir konu.

Bu tarz durumlara bir şifa olması düşüncesi ile gezici çocuk kütüphaneleri açılıyor. Bu gibi uygulamalar son derece kıymetli. Geçenlerde Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ndeki Millet Kütüphanesi’nde çocuk ve gençlik kütüphanelerini gezdim. Çocuklarla ilgili kısımda İbn-i Batuta ile ilgili 7-8 yaş grubuna hitap eden bir kitabın yanında Picasso hakkındaki bir kitabı da görmekten dolayı çok büyük bir iftihar duygusu yaşadım. Bu açıdan ebeveynlerin, semtlerinde açılmış olan ya da açılacak olan çocuk kütüphanelerine çocuklarını parka götürür gibi götürmelerini ve onlara oralarda düzenli olarak kitap okumalarını tavsiye ediyorum. Çocukların hoşuna giden kitapları bizzat eve alarak bir çocuk kütüphanesi oluşturmalarını, kütüphaneyi evin bir yol göstericisi olarak kabul ederek televizyondan daha önemli bir konuma taşımalarını öneriyorum.

 

Mor Bir Salkımdır Üsküdar

Allah, Rahim ve Rahman’dır...

 

Dev bir kıtadır, Üsküdar

“Asya’dan tâ Çin’e kadar”

Peygamber-i Zi-şan’ımın

Davete icabetin

İlk adımıdır Üsküdar.

 

Anadolu toprağına

Sıhhat dolu tohumların

Neş’e ila kavuştuğu

Rahm-i maderdir, Üsküdar.

 

Soğuk bir kış sabahında

Çiçeklenen hayatıma

Kudret eliyle açılan

Koca parantez, Üsküdar.

Bağların başından kabre

Adım adım giden yolda

“Üsküdar’a gider iken”

Dinlenen en güzel şarkı;

Kâh enine, kâh boyuna

Çiçek dolu râh, Üsküdar.

 

Aşağıda iskelede

İncecikten bir kar değil,

Yağan hafif bir yağmurdur;

Bir rahmettir, bin rahmettir,

Gamzesi sineye batan

Binbir rahmettir, Üsküdar.

“Yeryüzünün şahdamarı”

O’na dayamış boynunu;

Yeşil-mavi-ak bir yel’e

Rüzgârların savurduğu

Damladan köprü, Üsküdar.

 

Güneş ve Ay, Üsküdarlı;

Köpüklerden doğuveren

Kız kulesi, yavruları,

Bütün ressamlar sevdalı

“Şairlerle adı çıkan”

Bir hanım sultan, Üsküdar.

 

Minik minik kubbelerle,

Muhteşem minarelerle

Hilâllerden yıldızlara

Açılan kanat, Üsküdar.

Sultanları derviş yapan

Dervişleri sultan kılan

Bin şükürdür, bir sabırdır

Büyülü eşik, Üsküdar.

 

Sülüs harflere dizilen

Kuğuların doldurduğu

Mihrimah’ın avlusunda,

Mermer hançerle oturan

Delikanlımdır, Üsküdar.

 

Sadrazam konaklarında

Buzdan kâseler içinde

Yek bir solukta içilen

Pek “hoş bir ab”dır, Üsküdar.

 

Nasuhi’min türbesinden

Aziz Mahmut Hüdai’me

Uzanan tek bir cümledir,

Tekbir sesidir, Üsküdar.

 

İsimsiz bin bir çiçeğin,

Çifter çifter kelebeğin,

Denizlerde martıların,

Uçuştuğu gök, Üsküdar.

 

Aciz, kör bir ihtiyarı

Yolun bir başından alıp,

Ötelere taşıyarak

Verilen bir ders, Üsküdar.

 

Anasıyla ekmek alan

Küçük, al şapkalı kıza

“Kulakların yok mu senin?”

Diyen bir şaka, Üsküdar.

 

Sıska tekir kedilerin

İnsan gibi göz süzdüğü

Yokuştaki çocukların

Çömlek patlayan günlerde

“Evi olanları eve,

Köyü olanları köye

Yolladığı yer Üsküdar”

 

Erguvan ağaçlarında

Saray kuran genç kızların,

Eflatundan bir rüyâda

Yazdığı şiir, Üsküdar.

 

Şemsi Paşa’nın yolunda

Yosun tutan kayalara

Bir bir basıp zıplayarak,

Bisiklete binilerek,

Felekten gün çalınacak

Eğlenecek yer, Üsküdar.

 

Kâtibimin kahvesinde

Sevdiğinden ayrı düşen

Tazelerin döktükleri

Tek bir gözyaşı, Üsküdar.

 

Sultantepe yokuşunda

Loş bir ayazma, Üsküdar;

Fıstık alıp, yaz gecesi

Doğancı’da sinemada

Seyredilen film, Üsküdar.

 

Genç ölen sevgililerin

Hiç bitmeyen hasretine,

Hüngür hüngür ağlanılan

Boş bir limandır, Üsküdar.

 

Hatıralarda kaybolup,

Aşınmış merdivenleri

Yorgun çıkan Bedri Bey’e

Sunulan şifa, Üsküdar.

 

“Uyan ey gözlerim uyan”

Çifte minareden gelen,

Yalnız erenlerde değil

Çocuklarda bile ayan,

Namazın hayrını bilen

Yüce irfandır, Üsküdar.

 

Mahyaların nur saçtığı

Ilık bir güz akşamında,

Vapurdan hüzünle çıkıp

Aşa karışan yaş ile

Edilen iftar, Üsküdar.

 

Karanlık değildir, asla,

“Dost ışıklı”dır Üsküdar.

Anamın kolunu açıp

Beni hâlen beklediği

Müşfik bir kucak, Üsküdar.

 

Bir aralık sabahında

Kudret eliyle açılan

Çiçeğimin, meyvesini

Dereceğim yer, Üsküdar.

 

Rabb’in yed’iyle açılan

Parantezim kapanacak,

Huzur ile son noktamı

Yer’e koyacak, Üsküdar.

 

Başımın tacı, Üsküdar;

Gönlümün tahtı, Üsküdar;

Ömrümün bahtı, Üsküdar;

Cennetsin ta Çin’e kadar,

Serv-i revana sarılmış

Mor bir salkımsın, ÜSKÜDAR…

 

17 Mayıs 2003

Ümid-i Üsküdarî