“Batı, durmaksızın sanal kahramanlar üretiyor. Bizimse buna değil, saklı hikâyelerimizin izini sürmeye ve onları açığa çıkarmaya ihtiyacımız var!” diyen Bektaş, bu gizli hikâyeleri ortaya çıkaracak olan genç potansiyelin nasıl harekete geçirilebileceğine dair önemli ipuçları verdi. “Bir genç; okumaya ve yazmaya, tarihe, araştırarak anlamlı üretimler yapmaya nasıl yönlendirilebilir?” sorusunun yanıtını ve mümbit tarihimizin gizli kahramanlarına ilişkin birçok detayı söyleşimizde bulacaksınız…
“Ailemizdeki Şehit Hikâyelerini Dinleyerek Büyüdüm.”
Rahmetli anneannem, Rizeli bir şehit çocuğudur. Babası, anneannem doğmadan Çanakkale’de savaşmaya gitmiş ve şehit olmuş. Yani anneannem, doğmadan yetim kalmış. Ayrıca büyük dedemle birlikte yola çıkan kardeşi de Trabzon’da şehâdete ermiş. Onun da resmî kaydı var. Hatta babası ve amcası dışında, anneannemin dayısı da şehit. Onun da evrakları mevcut.
Anneannem o kadar çileli bir kadın ki, doğduktan kırk gün sonra da annesini kaybetmiş ve hem öksüz hem de yetim büyümüş. Onu büyüten ise, yine kocasını savaşta yitirmiş bir şehit eşi olan yengesi. Anneannemi o büyütmüş ve sonra da dedemle evlendirmiş. Kısacası hem babası, hem amcası, hem de dayısı şehit olan anneannemi; yine bir şehit ailesi büyütmüş! Çünkü o dönemin gerçeği bu. Annem çalışan bir kadın olduğu için, ben anneannemin elinde büyüdüm ve onun dokunaklı şehit hikâyeleri ile yoğruldum. O trajik ve onur veren hikâyeleri dinledikçe de tarihi sevdim. Büyüdüğüm yer, İstanbul Cibali; okuduğum lise de dönemin son derece itibarlı bir okulu olan Cibali Kız Lisesi’dir.
Çocukluğum boyunca hep anneannemin koynunda büyüdüm diyebilirim. Çünkü annem vardiyalı çalışıyordu ve geceleri anneannemle oluyordum. Ondan yıllarca, hiç görmediği babasına duyduğu özlemi dinledim. Özlemi ve gururu. Bana hep, şehitliğin ne kadar önemli olduğunu anlatmıştır. “Biz bu vatana canlarımızı verdik!” der ve yüreğe dokunan hikâyeler dillendirirdi.
Rus Harbi esnasında insanların Erzurum’da camilere doldurulup, sadece Türk ve Müslüman oldukları için yakıldıklarını; dayılarının oraya gittiğini ve Rize İkizdere’den birçok kişinin atlarıyla toplanarak Erzurum’u Rus işgalinden kurtarmaya koştuklarını anlatırdı. Yaşanan trajik olaylardan dolayı inanılmaz bir acı duyduğunu hissettirir ve radyo-televizyon gibi iletişim araçlarının olmadığı o vakitlerde güçlü hafızasına nakşettikleriyle, zihin ve ruh dünyamı ince ince örerdi.
“Kütüphane Tozu Yutmak,
Kitapları Daha da Sevdirdi…”
Tarihi, çocukluktan itibaren hep çok sevdim. O kadar ki, sınavlarda 10 yerine 9 aldığımda ağladığımı hatırlıyorum! Belki matematiğim çok iyi değildi ama tarih ve edebiyatta oldukça iyiydim. Bu tarafımı biçimlendiren bir öğretmenim de oldu. Bu anlamda değer verdiğim bir anımı paylaşayım…
Cibali Kız Lisesi’nde okuduğum yıllarda, bir gün teneffüste Tolstoy’un bir çalışmasını okuyordum. Sınıfın hali ise benden çok farklıydı. Bazı öğrenciler sıraların üzerindeydi ve acayip gürültü yapıyorlardı. Yani ortam çok hareketliydi, yaramazlık diz boyuydu. O esnada edebiyat hocamız Abbas Altunkaş içeri girdi ve sınıfa şöyle bir baktıktan sonra benim yanıma gelerek, “Sen cezalısın! Yanıma gel bakayım!” dedi. O bağırıp çağıran, zıplayan çocuklara değil de bana odaklanması çok şaşırtıcıydı! Ardından kendisini takip etmemi istedi ve kafamda türlü soru işaretleri ile hocanın arkasından gitmek zorunda kaldım. Kendi kendime de, “Hoca bana bunu neden yaptı? Ben ne yapmış olabilirim ki! Herkes sıraların üzerinde tepinirken, ben bir şeyler okuyordum! Niye beni cezalandıracağını söylüyor?” diyordum. Biraz yürüdükten sonra hoca kütüphane kapısının önünde durdu ve cebinden anahtarını çıkararak okul kütüphanesini açtı. İçerisi darmadağınıktı ve son derece kötü görünüyordu. Bana döndü ve “Bundan sonra bütün boş zamanlarında buraya geliyorsun, herhangi bir kitap rafını seçip düzeltiyorsun! Sil süpür, toparla, ne yaparsan yap.” dedi.
12 yaşından itibaren ortaokul ve lise boyunca, o kütüphanenin tamamını düzelttim. Böylelikle de Rus edebiyatını, dünya edebiyatını, yani yerli ve yabancı klasikleri tanımış oldum ve dünyada kimin ne yazdığını öğrenmeye başladım. Çünkü kitapların kapaklarını silerken ve yerlerine yerleştirip yeni bir dizim yaparken; ister istemez o eserin yazarına, ülkesine, ismine vakıf oluyor ve dahası merak ediyorsunuz. “Bunu nereye koyayım?” diye düşünürken kitabın sayfalarını karıştırıyor ve okumaya başlıyorsunuz. Peyami Safalar, Kemal Tahirler, Necip Fazıllar, Nazım Hikmetler, daha kimler kimler ellerinize ve gözlerinize değiyor! Bir de hoca benden, okuduğum kitapların özetlerini istiyordu. Düzelttiğim kitapların haricinde ödünç kitap veriyor ve özetini alıyordu. O özet çıkarma alışkanlığı, 30 yaşıma kadar devam etmiştir. Özet defterlerim hâlâ durur ve günlüklerimle birlikte, kütüphanede birkaç raf dolusu yer kaplarlar. Okuduğum kitaplar dışında izlediğim filmlerin, tiyatro oyunlarının ve müzikallerin de izlenimlerini yazarak arşivlerim. Çünkü hepsi birer veridir. Kısacası kıymetli hocamın o yönlendirmesi ile kütüphane tozu yutmak, bana kitapları daha da sevdirmiş ve okuma kültürümün derinleşmesini sağlamıştır.
“Attilâ İlhan’dan,
‘Bu Ülkede Atatürk’ü Anlatmak İçin Çok Erken!’
Sözünü İşittim…”
Çocukluğum ve ortaokul-lise yıllarım boyunca devam eden tarih ilgisi ile okuma sevgisi, beni zamanla yazmaya da sevk etti. Yazma gayretinin içine girdiğimde de bir gazete çatısı altında üretim yapmak istedim. Örneğin bir dönem gazetedeki yazılarımdan biri dövmenin tarihçesi üzerineydi ve o yazı 4 dile çevrilerek farklı yerlerde yayınlandı. 4 ayrı tezden yararlanarak hazırladığım bu yazı, editörümün çok ilgisini çekmişti. Kendisi bu detaylı araştırma yönüme vakıf oldukça, “Neden bir kitap yazmıyorsun?” diye sormaya başladı. Zamanla, “Tarihi başarılı bir şekilde anlatıyorsun. Mutlaka bir kitap yazmalısın.” şeklindeki bu öneriyi dikkate aldım. Aslında ortaokul ve lisede, edebiyat alanında birçok ödülüm vardı ama onlara okul zamanında alınan klasik taltifler olarak bakıyordum. Bir süre sonra gazeteler için hazırladığım yazıların ciddi ilgi gördüğünü fark edince yazmaya başladım.
Bir dönem de, bir televizyon kanalında haber müdürlüğü yaptım. O çevre içinde, Attilâ İlhan gibi değerli isimlerle tanışma imkânım oldu. Bir gün kendisine Atatürk’le ilgili bir belgesel hazırlamak istediğimi söylediğimde, “Bu ülkede Atatürk’ü anlatmak için çok erken!” yanıtını almıştım. Tarihî şahsiyetleri her yönüyle bilmeye, yakından tanımaya elbette hakkımız var. Ama büyük ustanın bu sözünde, üzerinde düşünmemiz gereken hususlar gizliydi. Türkiye’nin sosyolojik ve ideolojik karnesi ile alakalı önemli bir durum tespitiydi.
Bir gün, çalıştığım bu haber kanalında çevre ile ilgili bir haber yaptım ancak haber çok ilgi görünce kanal tarafından epeyce yüklü bir ücret karşılığında büyük bir gazeteye satıldı. İçinden ismim çıkarılarak o bilindik gazetenin logosu ile başka bir kişinin haberi olarak yayınlandı ve bu tavır bana etik gelmediği için kanaldan ayrıldım. Ama iyi bir haber yaptığımı biliyordum ve önemli olan da buydu. Moralimin epeyce bozuk olduğu o gün bir arkadaşım, “Bir üretim yapmak istiyorsan, kendi adınla yap ve özgün çalış.” dedi.
Başka bir zaman da, İstanbul’un kültür başkenti olma misyonu ile ilgili bir televizyon projesi hazırlamıştım ve o projem de etik olmayan yöntemlerle elimden alınıp kullanılmaya çalışıldı. Ben de bir yayıncı zekâsı ile projenin tanıtımı diyebileceğimiz kısa videoyu, tanıdıklar vasıtasıyla Amerika’nın bir televizyon kanalında kendi ismimle yayınlatarak tescilledim. O içerik de çok ilgi gördüğü için 33 kez yayınlanmış. Akabinde projemi kullanmak isteyen o ünlü kanalın sahibi aradı ve “Sen ne yaptığını sanıyorsun!” diyerek bana çıkıştı. Hatta “Sana basın dünyasında açılacak kanalları nasıl kapatacağımı gör!” dedi ve açıkça tehdit etti. Ben de “Siz bilirsiniz! Bir insanın emeklerini çalmak, sizin için çok alışıldık bir durum olabilir. Ama her kuşun eti de yenmez.” dedim. Basın dünyasında bu tarz çirkin tavırlara yazık ki çok rastlanıyor ve özgün üretimlerinizi koruyabilmek adına büyük bir dikkat göstermek durumunda kalıyorsunuz.
“Yaşadığım Önemli Bir Kırılma Ânı,
Millî Mücadele’nin Kadınları
Noktasındaki Üretimlerimi Güçlendirdi!”
Bir dönem Dünya Kadınlar Günü’nde güzel bir çalışma hazırlamak istedim ve gerekli çalışmaları yaparak önemli bir televizyon kanalına gittim. “Türk kadınlarını anlatan özel bir çalışma yaptım. Yarım saatlik bir özetini de sizin için hazırladım. Millî Mücadele sürecinde Türk kadınını anlatan bir içerik.” dediğimde; kanalın yetkilisi “Kim izler Türk kadınları ile ilgili böyle bir programı? Dünyada izlenecek ne kadınlar var! Mesela Rahibe Teresa’yı, Madam Curie’yi yapabilirsin. Bu isimleri dünyanın önemli kadınlarından birkaç tanesiyle daha birleştir, o zaman Dünya Kadınlar Günü’nde izlenebilecek bir iş çıkar. Hem para da kazanırsın!” dedi. “Belki bu da güzel bir iş olabilir ama ben dünya kadınlarını övmek istemiyorum ki! Ben Türk kadınlarını övmek istiyorum! Madem öyle diyorsunuz; ben de bu zeminde öyle bir çalışma yapacağım ki, inanın sizler beni davet edeceksiniz!” dediğimde, olayı kişiselleştirmemem gerektiğini ifade ederek şu cümleleri kurdu: “Sen değerli bir arkadaşsın, methini duyduk. Kulislerde adın geçiyor ve seni tanıyoruz. İyi bir araştırmacısın. Buraya takılıp kalma ve seninle başka bir program yapalım, yine birlikte çalışalım.”
“Bu konu ile ilgilenmeyebilirsiniz. Buna bir itirazım olmaz ama küçümsemek başka bir şey. Siz o yanlışı yaptınız. Türk kadınlarını çok küçümsediniz!” dediğimde ise “Ya Allah aşkına! Cepheye mühimmat taşımış, hasta bakmış. Bu kadar abartacak nedir ki!” yanıtını aldım. İşte bu olay, benim kırılma noktam oldu. Onun için üniversitelerin kariyer günlerine davet edildiğimde hep bunu anlatırım. O gün o güçlü ve bilindik kanalın kapısından çıkarken, kendime verdiğim sözden bahsederim. Bu alanda çok iyi bir proje yapmak için aldığım karardan. O gün elimde Millî Mücadele sürecinde vazife yapan Türk kadınları ile ilgili değerli bir yelpaze, geniş bir proje vardı ama o isimlerden sadece birine odaklanmalıydım. Spesifik olarak yalnız bir ismi anlattığımda daha akılda kalıcı olacağını düşündüm ve 2013 yılında Üsteğmen Kara Fatma ile ilgili kitabı çıkardım. Kırılma ânım olarak nitelediğim o görüşmeyi 2008’de yapmıştım. Dolayısıyla da kitabın 5 yıllık bir arka plan hazırlığı oldu. 2013’te yapılan ilk baskının ardından da 4. baskı hazırlığına kadar geldik.
“Sayın Cumhurbaşkanımızın
‘Sadece Kara Fatma’yı mı Çalıştınız?’ Sorusu,
Beni Tetikledi!”
Üsteğmen Kara Fatma’yı araştırırken, kadın kahramanlarımıza dair farklı hikâyelerle de tanıştığımı ifade etmeliyim. Yani Fatma Seher Hanım’a odaklandığımda, diğer coğrafyalardaki farklı fedakârlıkları da yakaladım. Araştırma seyri içinde ilerlerken, “Bu bilgi beni ilgilendirmez.” deyip geçemiyorsunuz ve doğal olarak onları da notlarınıza alıyorsunuz. “Bir gün lazım olur!” deyip biriktiriyorsunuz. Kara Fatma’yı çalışırken, böyle birçok birikimim oldu. Üsteğmen Kara Fatma’yı çalışıyorum ama bir baktım Satı Kadın var, Gördesli Makbule var, Rahime Kaptan var, Kılavuz Hatice var! Birbirinden öznel nice kadın hikâyeleri var.
Sonra Sayın Cumhurbaşkanımız ile karşılaştığımda, kendisinin bana bu noktayı hatırlatan bir sorusu oldu. Bu anlamda “Sadece Kara Fatma’yı mı Çalıştınız?” sorusu ile muhatap olduğumda, diğer önemli hikâyelere de çalışmam gerektiğini anladım ve o düşünce ile yola çıktım. Bu idrakle yaklaşık 4 yıl daha çalışıp 30 binden fazla belge tarayarak ve elimdeki verileri toparlayarak, “Millî Mücadele’nin Cesur ve Kayıp Kadınları” ile “İstiklâl’in Cesur ve Kayıp Kadınları” adında iki kardeş çalışma yaptım. Osmanlıca bilmiyordum, araştırma akışı içinde Osmanlıca ve Farsça gramerlerle ilgili eğitim aldım. Türkiye’nin birçok yerinde saha araştırmaları yapıp kütüphanecilerle ve koleksiyonerlerle buluştum. Bu süreç bana inanılmaz pencereler açtı. Hem farklı insanlardan farklı öyküler dinlemiş oldum, hem de aynı öyküye ilişkin farklı bakış açıları yakaladım. Bu durum, sağlama yapma pratiğimi de geliştirdi.
Kadın kahramanlarımızı içeren iki kardeş çalışmanın biri; tamamen akademik kaynaklardan müteşekkil, büyük boyutta ve 1000 adetlik prestij bir kitap olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yayınlandı. Diğeri de herkesin ulaşabileceği bir çalışma olarak okura sunuldu. Bu çalışmalarda, 36 tane kadın kahramanın bilgileri toplu bir şekilde aktarılmış oldu ve o yayınlardan sonra birçok insan, adı geçen kahramanlarla ilgili kitaplar hazırladılar. Yani çalışmamız bir kaynak teşkil etti ve ayrıca birçok lisans ve yüksek lisans tezinde de atıf aldı. Bunlar gerçekten de insanı mutlu eden gelişmeler.
“Yaşlı ve Yorgun Yüreklerin
‘Bize Bunları Kimse Sormadı!’ Sözü,
Hem Üzüyor Hem Tetikliyor!”
Saha araştırması, gerçekten çok farklı bir olgudur. Canlı bir akıştır ve insanı hiç düşünmediği noktalara kılavuzlar. Örneğin çalışmalarım içinde çok farklı memleketlere giderim ve kendimi doğal seyrin içine bırakırım. Genellikle Cuma günleri, Cuma namazından sonra köyün en yaşlısı kim ise onu bulup dinlerim. Muhtarlıktan saptamalar yaparak ve belediye ya da kaymakamlık ziyaretlerinde bulunup yetkililerin tavsiyelerini alarak ilerlerim. Bazen yanıma kattıkları mihmandarla devam eder ve hem yöreyi tanıyan biriyle gezmenin avantajını değerlendirir, hem de güvenlik noktasındaki yönlendirmelere uyarım. Bazen eşimle, bazen de yalnız giderim ve bölgedeki insanların karşılarında sırt çantası ile bir kadın gördüklerindeki garipsemelerini gözlemlerim. Zaten o yadırgamalar da sohbet açıldıkça dağılıp gider.
Gittiğim yerlerde konuşmalarını dinlediğim dedeler, hep içimin acıdığı bir cümle kurarak “Bize kimse bunları sormadı!” diyorlar. Hâlbuki o kıymetli hikâyeler, onlarla birlikte yitmemeli. Yaşlı insanlar önce yakın tarihi unuturlar ama en eski olanı asla unutmazlar. Örneğin babalarından, annelerinden duydukları savaşla ilgili hatıralar; belleklerinde hep tazedir. Eski dönemlere ait çok önemli verileri tertemiz bir şekilde saklarlar ve o bellekler son derece önemlidir. O bakir hazinenin ellerimizden kayıp gidiyor olması, hassasiyet göstermemiz gereken bir durum.
Geçmişte, Giresun’da bir köy evine ziyarette bulunmuştum. Bahçede herkesin fındık yediği, mısır közlenip sohbetlerin edildiği doğal bir ortamdı. O meclistekilere, “Burada birçok harabeler var, acaba kimler geldi kimler geçti?” diyerek bir konu açmıştım. “Rum istilasında Ermeniler şu evlerde saklandılar, biz de onların yakılmalarını engellemek için önlerinde durduk!” dediler. İşte bu, kimsenin bilmediği bir şeydi aslında. Oradaki yerleşik halk, Rumlar geldiğinde Ermeni komşularına zarar vermemeleri için onları korumuştu! Ermeni komşularını binalara doldurarak nasıl koruduklarını anlattıklarında çok duygulanmış ve “Niye bu güzelim hikâyeyi tüm Türkiye bilmiyor?” diye kendime sormuştum. Çünkü bu tarihî tabloda komşuluk, kardeşlik ve insanlık hukuku vardı. Tıpkı, mazlumlara zulmedenlerin karşısına var gücüyle dikilen Topal Osman hikâyelerinde olduğu gibi…
“Kara Fatma Unvanı;
Üsteğmen Fatma Seher’e Atatürk Tarafından,
Gözü Karalığı ve Cesaretinden Dolayı Verilmiştir!”
Kara Fatma kitabı ilk çıktığında büyük ilgi gördü fakat “kara” kelimesi ile ilgili aşırı tepkiler de geldi. Sosyal medyada ciddi bir linç yaşadım ve sokaktaki insandan bile eleştiri aldım. Hatta Kara Fatma’nın mezar yerini bulduktan sonra yapılan anıt mezara sürekli zarar verdiler. Sadece “kara” kelimesinden dolayı, mermerlerin vandallar tarafından kırıldığına şahit olduk. Tekrar tekrar mezar taşı yenilendi ve temizlikler yapıldı.
Oysa ki “Kara Fatma” ismi; Atatürk’ün kendisine cesaretinden, gözü karalığından dolayı verdiği bir şeref madalyasıdır. Ama buradaki “kara” kelimesini kara çarşafa bağladılar ve oldukça üzücü birçok olay yaşadık. Hâlâ daha “Kara Fatma demeseydiniz daha iyi değil miydi?” şeklinde sitemkâr e-mailler alıyorum. Ama bu ismi ben vermedim.
“Kara Fatma” ismi; Mustafa Kemal Atatürk’ün, İstanbul Karaköy’den Gülcemal Vapuru ile Samsun’a gelen 1.45 boyundaki bir kadına, cesaretinden dolayı verdiği isimdir! Kocasını ve çocuklarını kaybetmiş bir anaya hürmetini ifade eden bir sıfattır. Atatürk kendisine adını sormuştur, Kara Fatma da nüfus kağıdında geçen adı Mahi olduğu için bu ismi ifade etmiştir. Atatürk “Senin gözün ne kadar kara! Savaştan, ateşten korkmaz mısın?” diye sorduğunda, “Ben sizden, savaşmak için müsaade almak istiyorum!” cümlesiyle yüzleşmiştir. Bir kadın olarak Paşa’dan izin almak istemesi bile, başlı başına bir zarafettir aslında! Düşünsenize! Ailenizden 23 kişiyi savaşta kaybetmişsiniz, cephe cephe gezip düşmana dünyayı dar etmek istiyorsunuz ve “Siz Paşasınız, ben sizden izin almaya geldim! Müsaade edin de savaşayım!” diyorsunuz! Akabinde Mustafa Kemal Paşa, okuması yazması olmayan bu minicik kadının eline küçük bir kağıt parçası vermiş ve “Al bunu falancalara göster, sen artık askersin!” demiştir. Şöyle bir gerçek var ki; Millî Mücadele döneminde vazife yapmış Türk kadınlarının hiçbiri, askerî bir birime gidip “Ben asker olmak istiyorum!” diyerek evrak imzalamamıştır. Böyle bir kadın yok tarihte. Askerler yaşı geldiğinde gidip başvuru yaparlar ama bir kadının başvurusu söz konusu değildir.
Ayrıca şunu da belirtmek isterim ki; bir kitapta Kara Fatma’nın yanındaki kadınlardan, “Tecavüz mağduru oldukları için cepheye gittiler.” şeklinde bahsediliyor. Bu çok çirkin ve hakkaniyetsiz bir yaklaşımdır. Türk kadınının alnına bu lekeyi süremeyiz! Bu çok yanlış bir bakış açısıdır. Bunun karşısındayım. Bir dönem de yine, “Açım ama şerefliyim!” ifadeleri ile Kara Fatma’yı şık olmayan şekilde dramatize eden bir tiyatro eserinin karşısında olmuştum. Evet, Kara Fatma’nın son dönemlerinde bir fakr-u zaruret içinde yaşadığı gerçektir; bunu yadsıyamayız. Ama o dönemin mevcut şartlarına sağlıklı bir gözle baktığınızda, o tatsız hâli yaşayanın sadece Kara Fatma olmadığını görürsünüz. Örneğin Kültür Bakan Yardımcımız Sn. Ahmet Misbah Demircan Bey’in amcası bir gün “Ben Kara Fatma’yı tanıyorum, onunla hatıram var!” dedi ve eşimle gidip sohbet ederek kendisinden video kaydı aldık. “O dönem o kadar fakirlik vardı ki, yakınımızdaki Orduevi’nin önünde inanılmaz bir kuyruk olurdu! Mahallenin insanları, askerden arta kalan yemeği alabilmek için sıraya girerlerdi! Zengin dediklerimiz bile başını öne eğip o kuyrukta beklerlerdi. Çünkü kimsenin gerçekten yiyecek yemeği yoktu!” dedi. Şimdi biz “Kara Fatma fakirdi, yoksulluk çekiyordu!” diyoruz ama ülkenin genel durumu buymuş. Sadece o fakirlik çekmiyor ki! Benim bütün sokağım açsa, zaten yapacak bir şeyim yok.
Bunları duyunca o dönemin gazetelerini de okumaya başladım ve gördüm ki; 1930’lar, 40’lar, fakr-u zaruretin en yoğun yaşandığı zamanlarmış. İnsanlar o dönem şekeri, unu ve yağı karne ile alıyorlar. Kısacası böylesi bir dönem gözümüzün önündeyken “Kara Fatma fakirlik yaşadı.” dersek, bu hiç hakkaniyetli bir tespit olmaz. Ülkenin ekonomik durumu çok kötüydü ve maalesef o da bundan nasibini aldı. Yaşanan budur.
“Üsteğmen Kara Fatma’nın Kabrini Bularak,
Anıt Mezar Yapılmasına Vesile Olduk.”
Kara Fatma kitabının yeni baskısında, mezar yerini bulup anıt mezar yapılmasına vesile olduğumuz için kabrin görsellerine de yer verdik. Açıkçası o mezar yerinin bulunabilmesi için çok uğraştım. Bazı televizyon kanallarında gözyaşı dökerek, bilenlerden görenlerden bize bilgi paylaşımında bulunmalarını talep ettim. Bir gün bir televizyon kanalı programında yine bu konuyu dillendirirken; İzlanda’dan asker emeklisi bir büyüğümüz, amcamız aradı. 98 yaşında olduğunu söyledi ve “Kendisinin kabir yeri, Kasımpaşa Kulaksız Mezarlığı’nda. Ben o mezar yerini gördüm. Ancak yerin satıldığını biliyorum. Üzerine başka insanlar gömüldü ve kabir de kayboldu.” diyerek o noktayı tarif etti. Bahsedilen yer, şu andaki anıt mezarın çok yakın bir civarı idi. Tabi aradan yaklaşık 70 yıl geçmiş, elbette o noktayı tam olarak hatırlaması mümkün değildi. Fakat yapılan anıt mezar, Kara Fatma’nın kabrinin çok yakın bir noktasında bulunuyor.
Mezar yerini bilen bu büyüğümüz o dönemde genç bir asker olduğunu, kendisi ile karşılaştığını, Kara Fatma’nın Askeriye’ye gelip kendi hayatını anlattığını, hatta küçük bir kitap yazdığını ve onu yazıcılar vasıtası ile çoğaltıp dağıtarak bir miktar para kazandığını aktarmıştı. O an gerçekten çok duygulanmıştım. Zaten sözü edilen kitabı da, daha evvelden ortaya çıkarıp kitabımda yer vermiştim.
“Kara Fatma’nın Mahallesindeki Çocuklar,
‘Biz Onun Zamanında Annemizden Hiç Dayak Yemedik!’
Dediler…”
Üsteğmen Kara Fatma; vücuduna defalarca şarapneller isabet etmiş, her seferinde sıhhiyeye gidip yaralarını sardırmış ve hastanede yatmayı reddetmiş bir kadın. Çünkü hep, birlikte savaşırken yitirdiklerini düşünmüş! “İkna ettiğim, askere götürdüğüm onlarca insan şehit olmuşken; kendimi düşünemem!” demiş. 700 erkek 43 kadın, dağları tepeleri birlikte aşmışlar ve Kara Fatma o insanların yarısından fazlasını kaybetmiş. O insanların arasında kendi kardeşleri ve çocukları da varmış. Şimdi bu kadın, kendi göğsünden akan kanı önemser mi hiç? Hayatı boyunca, vücuduna saplanmış 5 tane şarapnel parçası ile yaşamış. Bacağında ve göğsünde varmış; daha birçok yerinde saplıymış. Hatta göğsündeki o kadar büyükmüş ki; evinin karşısındaki komşularından, göğsünün içine batık olduğunu dinlemiştim. Beni çok duygulandıran anekdotlardan birisini de, son zamanlarını geçirdiği mahallenin çocukları paylaşmıştı. Şu an rahmetli olan iki dedemiz…
“Biz onun zamanında annemizden hiç dayak yemedik!” diyen dedelerden biri, konuyu şöyle aktarmıştı: “Bir gün bir yaramazlık sonrası annem beni döverken, Fatma Seher Hanım kapıyı ayağıyla vurup içeri girdi ve anneme ‘Sen kimin çocuğunu dövüyorsun!’ dedi.” İnsanlar böyle bir durumda “Kendi çocuğumu!” der herhalde. Ama Kara Fatma diyor ki, “O milletin çocuğu! Biz sizin çocuklarınız yaşasın diye kendi çocuklarımızdan vazgeçtik!” Dahası, Üsteğmen Kara Fatma hayatta olduğu süre boyunca o mahallede hiçbir çocuk annesinden dayak yememiş! Aynı dedelerden, erzak dağıtıldığı zaman kendine azıcık ayırıp gerisini çocuklu ailelere verdiğini de dinlemiştik. “Ben bir canım, sizin daha çok ihtiyacınız var.” deyip verirmiş. Sonuç olarak, karşımızda çok yüce gönüllü bir kadın profili görüyoruz. Maaşını Türk Kızılayı’na bağışlayan ve her fırsatta “Ben para için savaşmadım!” mesajını veren bir kadın. Zaten incelediğim bütün Millî Mücadele kadınlarında bu ulvî bakış var. Hiçbirinin dünyasında paraya ve çıkara yer yok…
“Atatürk Çağırdığında,
Acaba Bir Kusur mu İşledim!” Duygusuyla Giden
Bir Seyit Onbaşımız Var!”
Geçen günlerde, Seyit Onbaşı’nın ailesi ile tanıştım; kendilerini ziyaret ederek dinleme imkanı buldum. Torunu, “Dedem Atatürk çağırdığında, yanına ‘Acaba bir kusur mu işledim?’ psikolojisiyle gitmiş!” diyor. Ki bu insan, çok uzun yıllarını cephede geçirmiş bir asker.
Memleketine 8-9 sene sonra gelmiş ve evinin kapısını çaldığında kendisini tanımayan evladı, “Anne! kapıda izbandut gibi bir adam var! Bana bir değişik bakıyor, korktum. Onu kovalayalım!” demiş. Sonra babaannesi kapıya giderek gelen kişiye uzun uzun bakmış ve torununa “Oğlum! O senin baban!” demiş. Yani onca senenin üzerine eve dönebilmiş dönmesine ama çocukları nice zaman kucağına çıkmamış, kimse onu tanımamış ve yabancı gibi davranmış…
“Üsteğmen Kara Fatma’nın Hayatını
Film de Yapacağız.”
Kültür Bakanlığımız, Kara Fatma filmi için 1 milyon TL bütçe verdi ve bu açıklandı. Üzerini tamamlamak içinse sponsor arayışımız sürüyor. Çünkü bizim filmimiz, en düşük 5 milyon 400 TL’lik bir bütçeyle çekilebiliyor. Aslında 10 milyona kadar genişletilmiş bir bütçe düşünüyoruz ve filmi o kalitede yapmak istiyoruz. Tabi oyuncularla görüşmeden evvel paranın tamamlanması gerekiyor. Onlarla görüştüğümüz anda ücretlerini takdim edebilmeliyiz ki çekimler başlayabilsin! Bu kış bu konuyu çözmek muradındayız. Çünkü bu filmi yapmayı çok istiyoruz.
Hassas bir iş olduğu için de, para kazanma amacından ziyade nesiller boyu izlenecek bir işe imza atmanın kıvancına odaklanmış bir kadroyla buluşmak gerekiyor. Logosunun bu prestijli işte yer almasını isteyen doğru adresleri bulabilmeliyiz.
“Arnavut Zeynel İle İlgili Kitabım,
Balkanlar’dan Büyük İlgi Gördü.”
&
“Şehit Nazife Kadın’ın Trajik Hikâyesinden
Çok Etkilendim…”
Kitap çalışmalarımdan biri de, Balkan göçlerinin çilesini çeken ve anayurdu büyük bir fedakarlıkla savunan Arnavut Zeynel üzerinedir. O çalışma da çok başarılı bulundu ve Balkan Dernekleri Federasyonu ve Kosova Devlet Başkanlığı tarafından samimiyetle sahiplenildi. Hem devlet başkanları nezdinde ödüller aldı, hem de bölgede bu kahramanın parkı yapıldı. Gerçekten de o yörede büyük bir itibar tazelenmesi oldu. Arnavut Zeynel’in ardından Nazife Kadın’ı çalıştım. En az Kara Fatma kadar önemli bir karakter ve nefes kesen bir hikâyesi var! Hayatı, sinema filmine ya da farklı çalışmalara da uygun bir yapıda. Üsteğmen Kara Fatma cephe cephe gezen bir asker ama Nazife Kadın’da da müthiş bir kadın hikâyesi var.
Çocukları ve kocası Çanakkale’de şehit olmuş. İzmir işgalinden sonra kendi köyü de Yunanlıların baskınına uğramış. Manisa, Balıkesir ve bölge illerde, kasabalara kadar her yer işgal edilmiş; sokakta iki erkek dahi yan yana yürümeye korkar olmuş. İşte böylesi bir dönemde, yakınlarındaki dağda askerlerin sıkıştığını bilen Nazife Kadın, Türk askerinin yardımına koşmak için hayatını hiçe sayıyor.
Yunanlılar bizimkileri o dağda sıkıştırmışlar ve günler günleri kovalıyor, Türk askeri oradan inemiyor. Bu durumu haber alan Nazife Kadın, geceler boyunca köy kadınlarının kapılarını çalıyor. Milletin sokağa çıkmaya ödünün patladığı o dönemde, “Hiç kimse uyumayacak, herkes ekmek pişirecek!” diyor. Normal bir insanın çıkamayacağı, keçi patikası diye tabir edilen zor yerlerden geçerek askere ekmek taşıyor. Günlerce o ağır yükleri omuzluyor ve ekmeklerin yanına bazı azıklar da katıyor. “Çocuklar aç! Onlar memleketin evladı!” diyerek kendini yollara vuruyor. Ayrıca orada edindiği bilgileri çevre hanelere yayarak, anlık bir haber alışverişi düzeni de kuruyor.
O bölgeden güçlü zarar geldiği bilgisi Yunanlılara ulaşınca araştırmaya başlıyorlar! Kötü niyetli bir adam, para karşılığında Nazife Kadın’ın yaptığını haber veriyor. Onu yakalayıp günlerce köy meydanında işkence ediyorlar. Konuşturmaya çalışıyorlar ve tüm zorlamalara rağmen konuşmayınca da ekmek pişirdiği fırına atıp yakıyorlar. Diri diri yanan bu kadının haberi Mustafa Kemal Atatürk’e ulaşıyor ve Paşa haberi aldığında “Ona mihnet borcumuz var!” diyor. Bu bilgiyi, Mustafa Kemal Atatürk’ün bir zabıt ceridesinde buldum ve çok etkilendim. Yanında binlerce asker ölmüş olan Atatürk gibi güçlü bir insan, hadiseden derin bir acı duyuyor ve bu cümleyi kuruyor. İşte o ifadeyi okuyunca, Nazife Kadın’ın izini sürmeyi daha çok istedim. Ardından da onu bir buçuk sene aradım, buldum ve kitabını yazdım. Çünkü bu bilgiler, sadece bana kalmamalıydı.
Bigadiç Belediye Başkanlığı’na gittiğimde, bana “Hangi sokakta yaşıyormuş?” diye soruldu. Ben İstanbul’dan geliyordum, esasen oralı değildim ama araştırdığım için hep bana soruldu bunlar. Kaymakam Bey de aradı ve “Ayrıntılı bilgi paylaşırsanız sokak ismi verelim.” dedi. İnsanlarımız, kendi bölgelerinin kahramanlarını tanımalılar. Buna vesile olabilmek, elbette huzur verici.
“Gördesli Makbule İle İlgili Kitabımız,
Yayına Girmek Üzere.”
Küçük küçük bahsettiğim söz konusu yayınlarımızın yanında 4-5 sene kadar da Gördesli Makbule’yi çalıştım ve şu an kitap çalışmasını hazırlıyorum. Bu tarz tarihî araştırmalar belgesiz yapılmaz ve o net verilere ulaşabilmek de geniş bir zaman alır. Örneğin Arnavutlu Zeynel’in tüm kayıt ve dokümantasyonlarını kitabın arkasına koydum. Nazife Kadın çalışmasında da aynı yolu izledim. Geçtiğimiz Temmuz ayında ise Gördesli Makbule’nin kayıtlarını edindim ve son derece mutlu oldum.
Annesinin şehit evraklarını imzalarken kurduğu, çok sarsıcı bir cümle var orada! “Evladımın kanı karşılığında hiçbir para istemiyorum ama çok zor duruma düştüm. Bana bir ayda 20 okka ekmek yeter. Bu kadar ekmeğin karşılığını verirseniz, başka para istemiyorum. Sakın bana maaş bağlamayın, sadece ekmek parası verin.” diyor. Bu acılı ananın her şeyi yağma edilmiş ve hiçbir şeyi kalmamış. Fakat buna rağmen o cümleleri kuruyor. Bu kanaatkârlık, bu yüce gönüllülük, gözü gönlü tokluk o kadar özel ki! Evraka bakıp bakıp ağladım. Pırıl pırıl, gencecik bir kızdan bahsediyoruz. Mezarlığında uzun dalgalı saçları ve gömüldüğü üniforması ile bulunan, ceketinin düğmesi dahi bozulmayan bir kızdan.
Gördes ve Sındırgı Belediyeleri, mezar yeri tespiti için çok uğraşmışlar. Makbule aslen Gördeslidir ama Sındırgı’da şehit olduğu için oraya gömülüyor. Kendisinin komutanı İbrahim Ethem Bey kaymakam ve mahiyetindeki bütün askerler onun ölümüyle çok ağlıyorlar. “Onu öyle bir yere gömelim ki, hiç zarar görmesin!” diyorlar. Çünkü Yunanlılar, öldürdükleri önemli kişilerin kafalarını keserek “Bunu da hakladık!” naralarıyla şehirde gezdiriyorlar. Onlar da hem iffet ve namusuna halel gelmesin, hem de beden bütünlüğünü bozmasınlar diye gidilmesi çok zor bir noktaya taşıyorlar. Biz oraya kendi arabamızla devam edemediğimizden, Belediye Başkanlığı’ndan arazi aracı verildi. Hatta o arabadan indikten sonra da bir müddet yürüdük.
Kabrini bulduklarında bana telefon edip, “Burada uzun dalgalı saçlı bir kız var, onunla ilgili bir bilginiz var mı?” diye sormuşlardı. Onlara 1957 yılında bir gazetede bulduğum fotoğrafını attım ve “Evet, o!” dediler. Ayrıca onlara bir ağıtla da yerin doğru olduğunu ispatladım. Çünkü o dönemlerde yakılan ağıtlar veri de sağlıyor. “Yanında akan su, gözyaşların mı ola!” diyor mesela! Türkü atma, ağıt yakma derler ya; aynı o şekilde işte. Onlara, “Eğer yanında akan bir su bulunuyorsa, üzerinde çizmeleri ve ceketi de varsa; hele de saçları dalgalı ve uzunsa odur!” dedim. Konuştuğum kişi, “Gerçekten o!” dedi…
“Gençler,
Saha Araştırmalarının Tadını Almalı!”
Şimdiki gençler gözlemlediğim kadarıyla, hızla edinilen hap gibi bilgileri tercih ediyorlar ve “İnternete girip iki cümle öğreneyim, bu bana yeter. Fazlasını ne yapacağım!” diyorlar. Ne var ki araştırma öyle bir şey değil. İnsan gerçek araştırma kültüründe konunun derinine inmek ister, buna doğal bir biçimde çekilir. O çekildiği, sevk olunduğu yerde de yüzeysel bakışın dışında bambaşka bir gerçekle karşılaşır. Şahsen araştırmalarımda bu denli derinlere inmeseydim, kesinlikle başarılı olamazdım. O nedenle gençlere derinleşme kültürünü tanımalarını tavsiye ediyorum. Saha araştırması yapmanın tadını almalılar! Tabi gençlerin de bu noktada maddî olarak desteklenmeleri gerek. Bu anlamda onlara psikolojik destek ile maddî imkân sağlarsak, konuya ilgi duyacaklarını düşünüyorum.
Örneğin belediyelerin ya da eğitim kurumlarının bizi davet ettiği etkinliklerde, “Sizi dinledikten sonra tarih bölümünü seçmeye karar verdim.” diyen çok gencimiz oldu. Bizler zamanında çok didaktik pencerelerden baktık ve matematikte de fende de başarıyı yakalayamamamızın sebeplerinden biri bu oldu. O nedenle çocuklara tarihi ya da diğer alanları hissettirme noktasındaki eksiğimizi gidermeliyiz.
“Çocuklarımıza ve Gençlerimize Tarihi Sevdirmeli,
Tarih Şuurunu ve Heyecanını Vermeliyiz!”
Tarih ezberlenecek değil, idrak edilecek bir alandır. Ne var ki bu anlamda eğitim sistemimizde ciddi sıkıntılar var. “Şu tarihleri ezberlememiz lazım!” seklinde bir yaklaşımdan ziyade, bakış açısı kazandırma yoluna gitmeliyiz. Çocukların dersleri yeterince sevemediği durumların, hep bu yaklaşım hatalarından kaynaklandığını düşünüyorum.
Tarihin oldukça heyecan veren psikolojik bir tarafı var! Nerede, neyi, neden kaybettik? Tüm bu soruların yanıtı tarih ezberinde değil, tarih şuurundadır! Kazanan ya da kaybeden kim? Özne hep insandır.
Biz Atatürk’ü neden çok seviyoruz? Çünkü bir fert olarak birçok fedakârlıklar yapmış ve etrafındakileri etkilemiş, hayatlarına dokunmuş. Hedeflediğimiz, model aldığımız o insanların yaşamlarını ve hayata bakışlarını araştırıp yorumlamalıyız! Bir dönem Prof. Dr. İlber Ortaylı Hoca ile bir çalışma yapmıştım. Hiç unutmuyorum, bana “O adamların o dönemde hangi kaşıkla yediklerini bilmiyorsan, hangi sofraya oturduklarını anlamadıysan, hangi iklimde olduklarından haberin yoksa; ‘Ben bu araştırmayı yaptım!’ deme!” demişti. Sultan Alparslan ile ilgili bir araştırma yapıyordum ve o zaman “O çadırda o yemeği yemeden bu meseleyi anlayamazsın ve yazamazsın!” demişti.
Gençlere araştırma heyecanını ve keşfetmenin hazzını aşılayabilmek için, o yolu minik ipuçları ve kıvılcımlarla döşemek lazım. Mesela söyleşilerde “Nerelisiniz? Sizin oranın bir kahramanı var mı?” şeklinde sorular yöneltiyorum. Gençlerin duygularını tetikliyorum ve “Büyükleriniz yaşıyor mu? Babaanneniz ve büyükbabanız hayatta mı?” diyorum. “Eğer yaşıyorlarsa çok şanslısınız, onlarla geçmişi konuşmalısınız! Etrafınızdaki yaşı büyük kimselerle sohbet edin ve onlara ‘Şu tarihi olayı gördünüz mü? Şu savaşı biliyor musunuz? Şu dönem hakkında ne biliyorsunuz?’ diye sorun.” cümleleriyle gençleri harekete sevk ediyorum; not alıp biriktirmelerini ya da benimle paylaşmalarını istiyorum. “Diyalog içinde olalım, size yardımcı olacağım.” diyorum. Nereli olduğunu söylemeye çekinen çocuklar bir süre sonra el kaldırıp konuşuyorlar ve “Hocam ben şuralıyım, bizim orada çok yaşlı bir dedemiz var. Yanına gidip soru soracağım.” diyorlar. İşte bu dönüşler çok güzel…
“İnsan Fıtratındaki Merak Duygusunu,
Sağlıklı Yönlendirmeliyiz!
Hikâyeler, Merakla Açığa Çıkar…”
&
Özgün Bir Tarihsel Müzikal Geliyor!
Çocuk soru sormanın ve bilgi edinmenin lezzetini yaşarsa; tarihi de sorar, edebiyatı da, sanatı da! Çünkü her şey sormakla başlar, çoğu hikâye böyle ortaya çıkar. Merak, çok kıymetli bir anahtardır. Mesela bu dönem bir de, Millî Mücadele’nin kadınları ile ilgili özgün bir müzikal hazırlıyoruz. Bu zincirleme projeler hep merakla, “Daha farklı bir içeriği nasıl üretebiliriz?” soruları ile ortaya çıkan çalışmalardır. O çalışmanın kompozisyonunda da halk oyunları var ve oyunlara, Millî Mücadele’deki Türk kadınlarının hikâyeleriyle giriliyor. Girişte o yörenin müziği başlıyor ve çalışmayı Anadolu Ateşi projesinde de yer alan Dinçkal Tunça Hocamız koordine ediyor. Halk oyunları ekibinin başında ise Ataköy Halk Oyunları Derneği Başkanı Fehmi Turgay Baş Hocamız var. Çalışmada yörelerin hikâyeleri müzik, ritim ve dansla muhteşem bir şekilde anlatılıyor; tarihle sanat buluşuyor. Hem ağıtın, hem halayın, hem zılgıtın iç içe girdiği ve sevinçle üzüntünün birlikte paylaşıldığı bir atmosfer. Bu projeyi, Türkiye’nin ve dünyanın dört bir tarafına götürmeyi planlıyoruz. İşte bu üretimler hep merakla açığa çıkan ve gelişip serpilen hikâyelerdir.
“Gençlerle Söyleşi İçin,
Hakkari’den Edirne’ye Kadar Çok Yere Gittim.
Davet Edin; Tarihi, Merakı
ve Araştırma Aşkını Konuşalım…”
Sadece tarihteki bir kahramanımız değil, diğer alanlardaki başarılı insanlarımız da aranıp bulunmalı ve çalışılmalı. Çünkü Türk insanının çağlar boyunca başarılı olduğu birçok alan söz konusu ve nice başarı abidemiz var. İlimde, bilimde, fende, her alanda! O saklı hikâyelerin açığa çıkabilmesi için, bu konulara merak duyup yola çıkan gençlerin elinden tutalım. Birisi birisinin elinden tutsun ve bize sağlıklı modeller sunulabilmesi için taş üzerine taş koysun. Çalışılması gereken doğru modeller, bizim zengin tarihimizde fazlasıyla mevcut. Onlar, gerçek karakterler! Yani sanal değil, gerçek kahramanlarımız var bizim!
Batı sanal kahramanlar üretiyor olabilir ama bizim buna ihtiyacımız yok. Tıpta, edebiyatta, matematikte, askerî alanda, nice sahada başarılı insanlarımız var. Örneğin ilk Türk kadın ajanı olarak nitelendirebileceğimiz Asker Saime var. Kadın birçok dil biliyor! Kısacası bizim Batı karşısında boynu bükük duracak bir durumumuz asla yok. Yeter ki saklı hikâyelerimizin izini sürelim. Çoğumuz birinin gelip bizi keşfetmesini, iteklemesini bekliyor. Hayır! Kendimiz yürümeliyiz. Yolda kırılmalar da olabilir ama inanın o kırılmalar başarının ta kendisini getiriyor. Çünkü üzülmek, insanı kamçılar. O virajlar, sizi itekler! Dolayısıyla asla vazgeçmek yok, durup beklemek yok.
Mesela, Gördesli Makbule yayınlandıktan sonra basacağımız bir diğer esere çalışıyorum şu an. Giresunlu Gülpembe’nin izini sürüyorum. Giresun Müdafaası’nda ve İnönü Savaşları’nda vazife yapan ve çok iyi bıçak kullanan bir kadın! Ki onu çalışırken, hiç kimsenin duymadığı dört farklı isim daha yakaladım. Ülkemiz bu anlamda çok zengin ve kayıtları olmayan çok kahramanımız var. İstiyorum ki, onların adını da bir çalışmada geçireyim ve bizi kaynak alan birileri de bu hikâyelerin izini sürsün. Bir Rahime Kaptan’ın, bir Kılavuz Hatice’nin hikâyeleri de çok öznel. Düşünsenize! İnsanların dış görünüşüne bakıp “Aman bundan ne olur!” dedikleri o kadın; 600 küsur rütbeli rütbesiz askeri esir alıyor, onlarca top mermisi ve mühimmatı yanına alarak vazife yapıyor! Akabinde de Mustafa Kemal Atatürk’ün takdirini kazanarak kendisinden İstiklâl Madalyası alıyor.
Ayrıca yakında zamanda, Türkiye Cumhuriyeti İletişim Başkanlığı’nın Şerife Bacı, Üsteğmen Kara Fatma ve Nezahat Onbaşı ile ilgili üç ayrı belgeseline danışmanlık yaptım. O çalışmalar da bir süre sonra T.C. İletişim Başkanlığı ve Prof. Dr. Fahrettin Altun Bey tarafından kamuoyu ile paylaşılacak. Kısacası düsturumuz, durmadan üretmek olmalı. Bu kapsamda çalıştığımız hikâyeleri anlatmak, araştırma kültürünün ne olduğunu paylaşmak ve gençlere heyecan verebilmek, motivasyon aşılayabilmek için hiç durmadan söyleşi davetlerine icabet ediyoruz. Sağ olsun çoğu yerde eşim de yanımda oluyor, çalışmalarıma destek veriyor. Hakkari’den Edirne’ye kadar birçok yere gidildi. Gençlerle kucaklaşmak, bir eğitim kurumunun ya da belediyenin çatısı altında onlarla düne, bugüne ve geleceğe dair konuşmak son derece keyifli. Bu ruhtaki davetlere her daim açığım. Elimden geldiğince etkinlik ve söyleşilere icabet ediyor; hem heybemdekileri insanlarla paylaşıyor, hem de o ortamlardaki karşılıklı akıştan besleniyorum. Gençlerle olmak da ayrıca özel ve ideallerimiz adına umut verici…