“Kültürel Çöküş Bizi Sona Götürür, Gençleri Yakalamalıyız.”

  • Güncelleme: 22.04.2022 16:22
  • Okunma: 2431 kez
  • Yorum: 0
Türk Kültür Tarihi Üzerine...
“Kültürel Çöküş Bizi Sona Götürür, Gençleri Yakalamalıyız.”
     Röportaj: Ayten ÇALIŞ KURTÇU
   “Türk Bozkır Kültürünün Doğuşu: Andronovo Kültürü” başlıklı eseriyle 2021 yılı sonunda Türkiye Bilimler Akademisi’nin (TÜBA) Bilimsel Telif Eser Programı (TESEP) kapsamında mansiyon ödülüne layık görülen ve ödülünü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın elinden alan İstanbul Aydın Üniversitesi Fen-Ed. Fak. Tarih Bl. Öğr. Üyesi Doç. Dr. Elvin Yıldırım’la, doktora çalışmasına dayanan ödüllü kitap çalışmasını ve kendisinin tarih yolculuğunu konuştuk.
   2022 itibarıyla da İstanbul Ülkü Ocakları 8. Türk Dünyası En İyi Kitap Ödülü’nü alan Yıldırım, neden kültür tarihçiliğine yöneldiğini ve geleceğimizin sağlıklı inşasında kültür tarihçiliğinin rolünü anlattı…

“Kültür Tarihçiliği;

İnsanı Besleyen, Donatan Bir Yolculuktur.”

Kültür tarihçiliği, çok ilgimi çeken bir alan. Bu nedenle yüksek lisans tezimde de kültür tarihi üzerine çalışmış ve renkler meselesine odaklanmıştım. Renklerin etimolojisi, bayraklardaki renklerden kıyafetlerdeki tercihlere kadar renklerin kültür dünyamızdaki yerini incelemiştim. Yönlerde kullanılan renklere, başta mavi olmak üzere Gök Tanrı inancında renklerin hangi anlamlara geldiğine bakarak birçok kültürel motifi araştırmıştım.

Bu çalışma esnasında, ‘kültür tarihçiliği’ alanında çalışmanın çok zevkli ve insanı besleyen bir yol olduğunu keşfettim. Öncesinde de kültür tarihine ciddi bir merakım olduğundan, yüksek lisansı bitirdikten sonra Prof. Dr. Ahmet Taşağıl Hocamın da verimli yönlendirmesiyle bu alandaki yolculuğumu derinleştirmeye başladım.

“Taşağıl Hoca,

‘Rusça Öğrenmeden Seni Doktoraya Başlatmam!’ Dedi.”

Lisans eğitimimi İstanbul Üniversitesinde aldım fakat doktora çalışmamı Mimar Sinan Üniversitsinde yapma gayesiyle Taşağıl Hocamızı ziyarete gittim. Kendisi o gün, araştırma yolculuğumda önem teşkil eden bir şey söyledi ve “Gidip Rusça öğreneceksin. Rusça öğrenmeden seni doktoraya başlatmam.” dedi. Hâl böyle olunca ben de gittim ve Rusça öğrendim. Evvela antropoloji metinlerini okumaya başladım ve o okumalarım esnasında ‘Andronovo Kültürü’ ile ilgili genel bilgilerim oldukça genişledi. Bu genişleme ciddi bir ilgiye dönüşünce de, doktora tezimde ‘Andronovo Kültürü’ çalışmaya karar verdim.

Özellikle ‘Orta Asya Türk Arkeolojisi’ üzerine çalışma fikri zihnimde oturdu. Zira bu alandaki çalışmalara bilimsel olarak katkı koyulabilecek açık noktaların oldukça fazla olduğunu gördüm. Zaten hocalarımız da eğitimlerimizde hep bu noktanın altını çiziyor ve bizlere bu yönde ilmî tavsiyelerde bulunuyorlardı. Özellikle Prof. Dr. Bahaeddin Ögel ve Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu gibi önemli isimler, bu alana ‘Türk Bozkır Kültürü’nün Doğuşu’ bağlamında vurgu yapıyorlardı. Kısacası bu önemli işaretleri de değerlendirerek, hocamla birlikte spesifik olarak bu dönemi çalışmaya karar verdik. Andronovo, Hakasya’da bulunan bir kasabanın ismidir ve bu alandaki yaşam pratikleri ile Türk kültür motifleri arasında ciddi bir uyum vardır. Bu dönem esasen; ‘uydu kültür’ dediğimiz, Türk kültürü ile bağlantılı bir ön kültür dönemidir.

Ön kültürleri ve ardıl kültürleri konu alan spesifik çalışmalar çok az ama yakın dönemde hızlanmaya da başladı. Bu alanlara gençlerin daha çok eğilmeye başladıklarını ve devletimizin fazlalaştırdığı doktora bursları ile yurt dışına giderek güzel saha araştırmaları yaptıklarını gözlemliyoruz. Örneğin ben de Türk Petrol Vakfı’ndan destek alarak çalışmıştım. Oradan aldığım bursla Rusya’yı ve Petersburg’daki müzeleri gezmiştim. Bu döneme ait eserlerin, kalıntı ve buluntuların toplandığı yer Ermitaj Müzesi’dir. Kısacası insanın kendisini geliştirmeye dönük attığı her adımın yeni bir açılımı ve dönüşümü getirdiğini söyleyebilirim. Zaten araştırmacılık, bilimsel iz sürme de böyle bir serüvendir.

 “Andronovo Kültürü,

Türklerin Ataları Olan Ön Türkler Döneminin Hâkim Kültürüdür.”

Bahaeddin Ögel, İbrahim Kafesoğlu, Nejat Diyarbekirli, Emel Esin gibi alanın duayen isimleri; Türk kültür tarihine yönelik yaptıkları çalışmalarda, ‘Andronovo Kültürü’ne yönelik nokta atışı tespitlerde bulunmuşlardır. Ancak bu değerli hocalarımızın ömürleri, işaret ettikleri kıymetli noktaları tamamlamaya vefa etmemiştir. Onlar bizlere çok önemli bir kapı açtılar ve bizler de onların izinden giderek bu çalışmaları yaptık; yapmaya da devam edeceğiz.

Söz konusu dönemde; binlerce yıl yurt edindiğimiz topraklarda, fiziki antropoloji açısından Evropoid olarak nitelendirilen bir halk olduğunu görüyoruz. Bu halkın da kendine özgü belirli başlı özellikleri, hasletleri var. Her şeyden önce bu topluluk, savaşçı bir yapıya sahip. Bağımsızlığına düşkün, yerinde durmayan, hayvancılıkla uğraşan, konargöçer bir topluluk ve bu yaşam kültürü, bütün bir Türkistan sahasına yayılmış vaziyette. Bu kültür özellikleri, belirli bir dönemden sonra bu şekli alıyor ve yaklaşık bin yıllık bir süreç içinde gerçekleşiyor. MÖ 2200’leri baz aldığımızda, MÖ 1000’lere kadar uzayan bir dönem olduğunu görüyoruz. Bu toplum, bu süreç içinde hep bu karakteristiği sergiliyor. Söz konusu dönemin son aşamasından sonra da MÖ 1000’ler itibarıyla Karasuk kültürüne bir geçiş yaşanıyor, yeni bir kültür meydana geliyor. Onun peşinden de Tagar-Taştık kültürü geliyor.

Şu da unutulmamalıdır ki; bir kültür dönemi bitip diğeri başlarken, önceki kültür ortadan yok olmaz. Aslında o millet gelişir ve iptidai hâlden daha farklı bir boyuta doğru dönüşüm yaşanır. Keskin bir şekilde bir dönem bitip de bıçakla keser gibi bambaşka bir dönem gelmez. Örneğin madencilik alanında hayatlarında tunç varken, bir bakıyoruz demir keşfediliyor ve demirden ürünler yapılmaya başlanıyor. Nihayetinde bu isimler de arkeologların verdiği isimlerdir ve belirli kronolojk dönemleri sembolize ederler.

İşte ‘Andronovo Kültürü’nün hâkim olduğu dönemde de konargeçer, muharip toplulukların çerçevesi çiziliyor. Biz de “Bunlar, Türklerin ataları olan Ön Türklerdir.” diyoruz. Yani o doğal tekâmül sürecinin sonunda da Türkler var. Bu önemli tespiti elbette sadece maddi kültür unsurlarına bakarak yapmıyoruz. Yaşam şartları, mezar kültürü gibi birçok parametre üzerinden yapılan incelemelerle söz konusu sürecin son noktasında Türkler olduğu söylenebiliyor. Türklerin yazılı kaynaklarda ilk göründüğü döneme bakıldığında; Ti gibi, Rong gibi, Dingling gibi boyları görüyoruz. Bunlar, Türklerin erken boylarıdır ve MÖ 800’lere geldiğimizde artık Türkler kaynaklarda zikredilmeye başlanır.

Biz tarihçiler, yaşam pratiklerinden ölüm sonrası yaşamı sembolize eden buluntulara kadar bir iz sürer ve kazı raporlarıyla da bir nevi dedektiflik yaparız. Örneğin bölge itibarıyla Rus arkeologların çalışmaları tarihçiler için son derece önemlidir. Kazan’ın işgal edilişi, Rusların yayılmacı politikası, bütün Sibirya’nın ve Türkistan coğrafyasının istila süreçleri düşünüldüğünde; buralardaki buluntuların ne kadar önem arz ettiği de görülür. Zira burada sadece topraklara yerleşme değil, aynı zamanda bu topraklardaki zenginlikleri de ele geçirme söz konusudur. Madenler, bölgedeki bir kültür zenginliği olan mezarlar ve Türkler gibi konargöçer toplulukların mezarlarındaki değerli eşyalar bu zenginliklerden bazılarıdır. Ki bu eşyaların bir kısmı da altından yapılmıştır. Bu tarz yeraltı ve yer üstü zenginliklerini barındıran alanlara, özellikle Petro döneminden itibaren keşif heyetleri gönderilmeye başlanmıştır. Jeolog, coğrafyacı, dilbilimci, arkeolog gibi uzmanlardan oluşan ekspedisyon heyetleri bu bölgeleri inceleyerek tüm zenginlikleri kayda geçirirler ve biz tarihçiler de bu kayıtlı veriler sayesinde önemli belge ve bulgulara ulaşarak kendi çalışmalarımızı yürütürüz.

“Sibirya Bölgesini de İçine Alan Zorlu Coğrafyalarda,

Birer Aylık İki Farklı Saha Çalışması Yaptık.

&

Andronovo Kültürünün

Güney Sibirya’daki Varlığını Tespit Etmek Çok Önemliydi!”

Verilerin kayda geçirilmesi hususu, artık bugünün teknolojisiyle çok daha farklı bir boyuta taşınmış ve dijital ortama aktarılan veriler sayesinde pek çok araştırmaya, monografa ulaşabildiğimiz mümbit bir alan doğmuştur. Fakat gidip görerek saha çalışmasında bulunmak, “Acaba o dönem kullanılan malzemeler nelerdi?” diyerek bunları bizzat görmek çok daha faydalı ve ufuk açıcıdır.

Sözünü ettiğimiz, üzerinde durduğumuz alana ait kazılar, 1914 yılında başlamıştır. Özellikle Arkadi Tugarinov döneminde başlayan bu çalışmalar günümüze kadar gelmiştir ve devam da etmektedir. Örneğin Kazakistan’da çok fazla kazı çalışması yapılmaktadır. Yine tarihçi olan eşim Doç. Dr. Kürşat Yıldırım’la birlikte; içine Türkistan, Doğu Türkistan ve Sibirya’yı da alan bölgelerde birer ay süren iki ayrı saha çalışması yaptık. O coğrafyalara gitmeden önce teorik olarak konu üzerinde çalışmaya başlamıştım ve bu teorik incelemeler kapsamında ‘Andronovo Kültürü’nün yayılım sahasını az çok görebilmiştim. Özellikle de Sibirya ve Kazakistan sahasında. Ancak Kazakistan’a henüz gidebilmiş değilim, o da içimde kalmış bir uhdedir. Sonuç olarak o coğrafyalarda ‘Andronovo Kültürü’ ile alakalı yapılmış tüm çalışmaları büyük oranda tetkik ettim. Ama bu kültürün Güney Sibirya bölgesindeki varlığını tespit etmek ve temel güzergâhları belirtmek çok önemliydi. İlk ortaya çıktıkları Ural Irmağı çevresinden Altay Sayanlar’a doğru yayılımları ve Hakasya’ya doğru seyreden hattı görmek önemliydi.

İnceleme gezilerimizde; bu coğrafyadaki hangi müzelerde ya da noktalarda bu kültürle ilgili buluntular olduğunu da önceden araştırdık, çünkü ‘Andronovo Kültürü’ne ait bir mezarı rastgele bir gidişle bulamazsınız. O döneme ait kültürü sembolize eden belirli başlı mezarlar tutulur ve sayıları da sınırlıdır. Biz yola Novosibirsk’ten çıktık ve bazen kara yolu bazen de trenle geniş bir coğrafyayı dolaştık. Ob, Om, Baraba, Biy, Altay, Hakasya ve Tuva…

İlk seyahatimizde kızımız Ülkü iki, ikinci gidişimizde ise üç yaşındaydı. Onu şartların zorluğu ve güvenlik amacıyla ailemize bırakarak gittik. Ondan ayrılarak çalışma yapmak da ayrı bir zorluktu elbet, çünkü yaşı küçüktü. İlerleyen yıllarda ise Ülkü’yü Moğolistan’a ve Japonya’ya götürdük. Sadece bir sırt çantası ile gezdiğimiz ortamlarda küçükken onunla birlikte yol almak zordu.

Sonuç olarak Hakasya’ya kadar gittik ve gezebildiğimiz kadar müze gezdik. Özellikle Sibirya coğrafyası, bataklıkların olduğu bir yer; zor bir alan. Yani bizim coğrafyamız gibi rahat yerler değil oralar! Karayolu bakımından da oldukça zorlu yerler. Bu nedenle ekseriyetle trenle gezdik. Sibirya Ekspresi ile mevcut hat üzerinden yol aldık ve iki pantolon iki tişört şeklinde, ilaç gibi acil materyalleri yanımıza alarak ilerledik. Çoğunlukla yürüdüğünüz için yük sizi zorluyor ve gittiğimiz yerlerden kitap getirmek istediğimiz için de taşınanları azaltmak mantıklı oluyor. Turist olarak çıkış yaptığınız için, 15-20 kg yük hakkınız oluyor. Açıkçası aldığımız kitapları Türkiye’ye getirebilmek için havaalanında çok eşya bırakmışlığımız oldu. Kürşat Hoca bir keresinde, Japonya’dan 50 kilo kitap getirmişti. Üç kişi gittiğimiz için haklarımızı birleştirmiş ve o sayıya çıkabilmiştik.

“Türkiye’den Geldiğimizi Duyunca

Gelip Sarılan Birçok İnsanla Karşılaştık!”

Bütün Türk cumhuriyetlerine ya da Rusya’ya bağlı federal cumhuriyetlere baktığımız zaman, buraların merkez olduğunu görüyoruz. Altay, Saha, Hakasya; buralar bir nevi Türklüğün kalbi olan yerler. Bu coğrafyalar her ne kadar yoğun işgal süreçleriyle örselenmiş olsalar da, yine de Türklüğün kalbi buralarda atıyor ve buralarda yaşayan insanlar onca yaşanmışlığa rağmen hâlâ kim olduklarının bilincindeler. Altaylar’a gittiğiniz zaman, tabir yerinde ise kimin nereden çıkacağı belli olmuyor! Böylelikle de Türkün her yere yayıldığını bir kez daha anlıyoruz. Mesela Japonya metrosunda, orada okumaya giden Türk gençlerle karşılaştık. Yani her yerde karşılaşabiliyorsunuz; ki Altay, Türklüğün merkezi.

Karakol bölgesinde, özellikle Altay kişilerinin yaşadıkları Ursul Çayı’nın yakınında bir köye gitmiştik. Altay kişiler, o çayın etrafında ikamet ediyorlar; orada köyleri var. Yine bir Altay Türkü olan taksici Devle, bizi oraya bıraktı. “Burası kamp alanı! Burada konaklayabilirsiniz.” dedi ve gitti. Etrafta kimse yok, her yer boş arazi! Bir taraftan da ürküyor, çekiniyorsunuz elbet. Bir zaman sonra bir yerlerden bağıra çağıra birileri çıktı ve insanlarla anlaşmaya varıp orada konakladık.

O bölgede Türkler tarafından yapılmış çok güzel kaya resimleri ve Tunç Devri’nden kalma mezarlar var. Buraları görmek maksadıyla yola çıktık ama nereye gideceğimizi de bilmiyorduk. Sonra köylünün biri arabasıyla geçerken Kürşat Hoca el kaldırdı ve adam durdu. “Biz şuraya gitmek istiyoruz, nasıl gideriz?” diye sordu. “Nerden geldiniz?” dedi ve “Türkiye’den geldik!” yanıtını alınca da kontağı kapattı, arabadan indi ve Kürşat’a sarıldı. “Biz bir milletiz!” dedi. Bunu yarı Altayca yarı Rusça konuştu ama biz anladık! Yaşça bizden büyüktü, hatta torunları vardı. Adı Baykal olan bu Altay kişiyle ırmağın kenarında oturduk ve “Biz Türküz! Bizim atalarımız bir!” diyerek bize birçok şey anlatmaya başladı. Kendine has bir üslupla Atilla’dan bahsetti ve Atilla’nın Doğu Roma ile Batı Roma’yı ayırmasını, “Atilla Hıristiyan’ı kılıcıyla ikiye ayırdı!” diyerek anlattı. O an insanın tüyleri diken diken oluyor elbet! Kök bilinci, o derin tarihî ve kültürel köprüler insanı çok etkiliyor.

Geçen, yine yaşlı bir adamın Kürşat’a sarıldığı bir fotoğraf serisini paylaşmak istemiştim. Bu tür durumlar, “Türkiye’den geldik!” deyince hep oluyor. O da yine bir Altay Türkü idi ve Türkiye’den geldiğimizi duyunca aynı tepkiyi vermişti. Nereye gidersek gidelim; Doğu Türkistan, Altaylar, Hakasya, Tuva, karşılaştığımız o uzaktaki kardeşlerimizin bize can-ı gönülden sarılmasıyla karşılaşıyoruz.

Bir zaman da Çin’in Şian şehrinde, tren garında bekliyorduk. O kadar kalabalıktı ki anlatamam! Her yer Çinli! Trenimiz 16 saat rötar yapmış, yanımızda bir Koreli duruyor ve onun da üzerinde bizimki gibi bir çekingenlik var. Karşıdan da bir Uygur geliyor. Biz onun Uygur olduğunu doppasından tanıyoruz ama turist görünümünde oturduğumuz için Türk olduğumuzun anlaşılma imkânı yok. O âna ancak yanımızdaki Koreli çocuk şahittir. Anlattığımda belki abartı gibi gelebilir ama bize doğru gelirken onunla göz göze geldik. Hem Kürşat’la hem de benimle göz göze geldi ve o kadar kişinin arasından sıyrılıp gelerek “Hoş geldiniz! Selamün aleyküm! Nece memleket?” dedi. “Türkiyelik!” dedik, Türkiye’den geldiğimizi söyledik ve çocuk Kürşat Hoca’ya sarıldı. Bunun gibi hâlleri hep yaşıyoruz. Belki anlatıldığında biraz tuhaf oluyor ama birebir yaşadığımız durumlar.

“Kültürel Çöküş Bizi Sona Götürür,

Gençleri Yakalamalıyız…”

Tarih alanında vazife yapan bir öğretim üyesi ya da bir tarih öğretmeni olarak şunu söylemeliyim ki, üzerimize düşen vazifeler çok fazla. Tarih bölümünü seçerek gelmiş kendi alan öğrencilerimizin bile çoğu zaman ciddi bir dikkat dağınıklığı ya da konsantrasyon bozukluğu yaşadıklarını gözlemliyorum. Konuları anlamakta güçlük çektikleri zamanlar da oluyor. Bu noktalarda teknolojiyi de kullanarak, onların anlayabileceği ve ilgilenebileceği bir dille onlara ulaşmak durumundayız. Çünkü şu anki yaşam pratikleri içinde ciddi bir görsel ve işitsel mesaj yağmuruna maruz kalıyorlar. Dolayısıyla o klasik öğretmen modundan çıkmalı, onları kavrayabilmek adına anlayabilecekleri ve ilgi duyabilecekleri bir dille yaklaşmalıyız. Günümüzde eğitimin boyutu değişiyor ve artık harmanlanmış eğitimden, hibrit bir modelden bahsediyoruz. Bu iletişim teknolojilerini çok iyi öğrenmeli, söz konusu etkin araçlarla tarihimizi ve kültürümüzü gençlere en sağlıklı biçimde anlatmalıyız.

Kültürel çöküş, bizi sona götürür. O yüzden gençlere çok daha fazla eğilmeli, onları yakalamalıyız. Yoksa ciddi sıkıntılar yaşarız. Salgın süreci bizi buna yaklaştırdı. Aslında biz bu noktada uyuyormuşuz! Uykudaymışız. Pandemi süreci geldi ve çok şeyi bize gösterdi! Gerçi biz İstanbul Aydın Üniversitesi olarak sürece çok hızlı bir şekilde uyumlandık ve derslerimizi hiç aksatmadan sürdürdük ama birçok insan ve kurum yeniye entegre olmakta zorlandı. Örneğin eve kapandığımız süreçlerde çeşitli telefon uygulamaları ve grupları üzerinden dijital olarak gezilebilecek müzelerle karşılaştık. Ankara’daki Anadolu Medeniyetler Müzesi ya da Gaziantep’teki Zeugma Mozaik Müzesi gibi örnekler bu anlamda sadece birer başlangıç. Bu tip üretimleri çok daha ileri seviyelere taşımak ve sürekli olarak yenilenmek durumundayız. Bunlar artık eğitimdeki olmazsa olmazlar…

“Kültürel Genlerin,

Tarih Aktarımında Büyük Bir Rolü Var.”

2020 yılında Ötüken Yayınları’ndan çıkan kitabımızın kapağında, Petersburg’daki Ermitaj Müzesinden bir bilezik ve çömlek var. Çalışmanın editörü de arkeolog olduğu için, kapakta o dönemin karakteristiğini yansıtan göz alıcı bir buluntunun yer almasını istedi. Ben de ‘Andronovo Kültürü’ne ait çömlekler üzerindeki bezemelerin bu özelliği taşıdığını söyledim. Böylelikle de o bezemeleri üzerinde taşıyan çömleği, kapakta kullanmaya karar verdik. Türkler, ilerleyen dönemlerde bu bezemeleri tamga olarak da kullanmışlardır. Bunlar; yeri geldiğinde runik harflere benzetilen ve Türk boylarına ait tamgalarla da örtüştürülen bezemelerdir. Son derece karakteristik örneklerdir. Kilometre olarak bir şey söyleyemeyiz ama Ural Irmağı sınır olmak üzere Urallardan bozkıra doğru uzanan ve sonra da Tanrı Dağları’na giden bir alanda mevcutlardır. O hat Altay Sayan bölgesine ve Hakasya’ya kadar gelir, çok geniş iklimleri ve bitki örtülerini barındıran bir coğrafyadan Tanrı Dağları’nın güneyine iner; Mâverâünnehir’e ve Seyhun ile Ceyhun arasındaki bölgelere kadar oldukça kapsamlı bir aralığa yayılır. Bu çömleklerin üzerindeki bezemeler, aslında onların bir kodu, kültürel genidir. Bu tür kültürel genlerin de tarih aktarımında büyük bir rolü vardır.

Ceyhun Seyhun arasındaki bir mezardan ya da bir yerleşim kalıntısından elde edilmiş bir çömlek; bir bakarsınız Kazakistan bozkırlarındaki bir mezardan ya da Hakasya’dan, Urallar’dan çıkar! Ya da Tanrı Dağları’ndaki bir mezardan! Dolayısıyla da bu bezemelerin aynı kültüre işaret eden güçlü kültürel kodlar olduğunu görüyor ve kültür birliğine ait bu izleri takip ediyoruz. Tüm bu işaretler; kültürün gücünü, köklülüğünü ve devamlılığını gösterir. Elbette zaman içinde belirli değişmeler de olur ve insanlar karışır, kültürel hatlar farklılaşır. Göçler, farklı kabilelerin biraraya gelmesi, temas, kültürel ilişkiler, yapılan evlilikler gibi faktörlerle çeşitli değişimler meydana gelir ama kültür yine de devam eder.

“Öğretmenlerin Tarih Derslerini Sevdirmedeki Rolleri Önemlidir.”

Lisede sosyal alanda okurken; kafamdaki mesleklerden biri arkeoloji, biri de tarihti. Aslında onların en üstünde de gazetecilik vardı. Sonra aileler de işin içine girince, öğretmen olma modeli bizi tarihe sevk etti. Özellikle de İslam öncesi Türk tarihini sürekli okuyor ve çok seviyordum. Safranbolulu hocamız Ali Karayılmaz’ın da bu ilgimde büyük bir payı vardır. Bizi tarih noktasında şevklendiren bir eğitimciydi ve eski Türk tarihini çok güzel anlatırdı. Onu hayranlıkla dinler ve anlattığı konulara yönelik tarih okumaları yapardım. Bu nedenle öğretmenlerin tarih derslerini sevdirmedeki rolleri son derece önemlidir.

Söz konusu tarih ilgim lisans ve yüksek lisans döneminde de devam ederek, beni bu doktora çalışmasına kadar getirdi. Elbette her meslekte olduğu gibi bizim alanımızda da çeşitli zorluklar var. Örneğin istihdam bekleyen birçok meslekdaşımız var. Burada altını çizerek söylemeliyim ki; İstanbul Aydın Üniversitesi, doktora çalışmamdan sonra bana çok güzel bir kapı açtı. Bu çerçevede İAÜ Mütevelli Heyet Başkanı Doç. Dr. Mustafa Aydın’a ve İAÜ Rektörü Prof. Dr. Yadigâr İzmirli’ye çok teşekkür ederim. Destekleyen herkese hakikaten minnettarım. Çünkü ülkemizin şartları içerisinde işsiz olan pekçok arkadaşımız da var. Maalesef bu sosyal bir gerçek.

“Kaynak Dillerine Hâkimiyet

ve Merakı Canlı Tutabilmek Gerek.”

Tarih alanında ilerleyecek olan genç kardeşlerime, öncelikle net bir hedef belirlemelerini öneriyorum. Hedef olmadan sağlıklı bir yol yürünmez, enerji kaybı olur.  Örneğin bu alana dönük çalışmalar yapmayı düşünüyorlarsa, muhakkak Rusça öğrenmeliler. Batı dillerini geçiyorum, çünkü İngilizce vs. zaten olmak zorunda.

Özellikle Sibirya bölgesindeki, Orta Asya’daki kültür dönemlerini çalışmak isteyenler; Taşağıl Hocamın bana dediği gibi Rusçayı kesinlikle bilmeliler. En azından kaynak okuma, okuduğunu anlama seviyesine gelmeliler. Bunun yanında Moğolca ve Çince de olsa harika olur. Kaynak dillerine hâkimiyet çok önemli. Akabinde kendi bireysel yeterliliklerini sağlayarak araştırmalara başlamalılar. En önemli hususlardan biri de merak! Merakı canlı tutamadığınız sürece, hedefi belirleseniz de yol alamazsınız.

“Aile, Bir Milletin Temeli

ve Bu Temeli Korumak da Bizim Elimizde...”

Anne ve babası olarak, kızımız Ülkü’ye hep şunu dedik; “Biz Türküz. Bizim dilimiz Türkçe. Dinimiz İslam. Biz bu coğrafyayı uzun zamanlardır yurt ettik. Atalarımızın geldiği yerlerde senin hâlâ akrabaların var.” Hep bunları söyledik. Bu bilinci onlara vermek, kim olduklarını evlatlarımıza öğretmek durumundayız. Bu nedenle iyi bir eğitimden önce aile ocağında verilen bakış açısı son derece kıymetli.

Aile, bir miletin temelidir ve bu temeli korumak da bizim elimizdedir. Ancak bazı aileler, çocuklara özgüven vermeye çalışırken onları yalnızlaştırıyorlar. Bunu üzülerek gözlemliyorum. Çizgimiz, bireyselleştirme ve yalnızlaştırmaya kaymamalı. Türk ailesinin ne olduğunu çok iyi anlamamız ve anlatmamız lazım.

Aile olmak demek, baskıcı ve aşırı korumacı olmak demek değildir. Türk aile yapısına baktığımız zaman, kendi içinde gayet demokratik bir yapı görüyoruz. Kız olsun erkek olsun, hanım olsun bey olsun; dengeli bir aile birlikteliğinin ve iş bölümünün olduğunu gözlemliyoruz. Hepsinin kendine ait hakları ve hukukları var. Tüm tarihî kayıtlar bunu gösteriyor. Örneğin Yusuf Has Hacib’in  ‘Kutadgu Bilig’ adlı eserinde, “Oğul kız, gören gözün nurudur!” diye ifade ediyor. Baba, ikisini de ayırmıyor. Bu bağlamda sağlıklı bir aile modelini yaşatmak ve yeşertmek, asli vazifelerimizden biridir.