1957 Kayseri-İncesu doğumlu olan Hasan Kaçan, yirmi yıllık bir Üsküdar sakini. Kendisini sinemayla tanıştıran üstad Ömer Lütfi Mete ile Bağlarbaşı’nda yaptıkları demli sohbetlerden 15 Temmuz şehitlerimizden Erol Olçok’la Kuzguncuk’ta gerçekleştirdikleri toplantılara kadar nice anısı ve yaşanmışlığı var. Kendisinden buram buram Üsküdar kokan o değerli anıları dinledik ve “Üsküdar denince ruha ne düşer?” diye sorduk. Biz sorduk o anlattı ve dile gelen nice mesaj; g-özlerde canlanan, Üsküdar’ın o derinlikli, tarihî, sevimli ve sıcak sokaklarından zihin dünyalarımıza aktı…
“Üsküdar’da Yaşamayı,
Hep Bir Lütuf Olarak Gördüm…”
Belki doğma büyüme Üsküdarlı değiliz ancak hızlı akan zaman içinde biz de yirmi yıllık Üsküdarlı olduk. Doğma Kayserili, büyüme Kasımpaşalı diyelim ve yirmi yıllık da Üsküdarlı olduğumuzu ekleyelim. Yirmi sene evvel ailevî vesilelerle, Üsküdar’ın Selimiye-Çiçekçi dediğimiz tarafına taşındık. Çiçekçi semti; hâlâ komşuluğun sürdüğü, bakkalların ve seyyar satıcıların olduğu, berberin kasabın mahallenin içerisinde yer aldığı yaşayan bir yerdir. Eski sakinleri bugün de oradadır ve semtin çok fazla kiracısı yoktur. Misal halen berberim Selimiye’dedir ve beni on beş günde bir muhakkak arar, “Saçlar uzamadı mı?” diye sorup takip eder. Bugün arama motorları insanları, “Acaba nereye gittiler, nereden ne aldılar? Ona göre karşılarına reklam çıkartalım!” düşüncesiyle takip ediyorlar ya; bizi de Üsküdar’daki berberimiz takip ediyor işte! Ama bizimkisinde yüz yüze iletişim var, samimiyet ve sıcaklık var. Geçtiğimiz günlerde bu güncel takip meselesine değinen matrak bir şey oldu, müsaadenizle onu paylaşayım…
Karacaahmet Mezarlığı’na, bir dostun cenazesine gittik. Tabi bu yaşta, cenazelere daha fazla gider oluyoruz artık. Cenaze sonrası telefona baktım, “Karacaahmet nasıldı?” diye bir mesaj gelmiş! Okuyunca “Henüz tam gömülecek duruma gelmedim, daha imamlık olmadık!” diye espri yaptım ve arkadaşlarla tebessüm ettik. Velhasıl bizi Üsküdar’da arama motorlarından ziyade hâlâ berberimiz, bakkalımız takip eder. Gerçek iletişimin devam ettiği, sosyalliğin birebir yaşandığı bir yerdir Üsküdar. Zaten sosyallik ancak böyle yaşanabilir! Karşı karşıya gelerek, göz göze bakarak; karşındaki insanın vücut hareketlerini ve mimiklerini görerek, sesini duyarak! Sosyallik budur. Tam da bunun için, Üsküdar’da yaşamayı hep bir lütuf olarak gördüm.
Mesela bakkala giderim bir şey almaya, hesaplaşırken “Geçen senin oğlan geldi, şunu aldı! Babamdan alırsın dedi!” tarzında diyaloglar yaşanır. Ya da “Bozuğu yoktu. ‘Sen git, ben babandan alırım!’ dedim.” gibi cümleler duyarsınız. Veyahut da “Hanım geldi şunu aldı, para yetmeyince ‘Sonra verirsin yenge!’ dedim.” gibi samimi söylemler! Aynı şekilde semtimizin taksicisi de öyledir. Mesela geçenlerde taksiyle Alemdağ’a gittim, 200 TL verince “Abi şimdi hiç bozmaya uğraşmayayım, sen sonra durağa bırakırsın!” deyip geçti. Üsküdar, böyle bir yerdir işte…
“Üsküdar’daki Sosyal İlişkiler,
Avrupa Yakasından
Çok Daha Sıcak ve Canlıdır.”
İstanbul’un Anadolu yakası, özellikle de Üsküdar; Avrupa yakası ile kıyaslandığında bambaşka bir tablo arz eder. Zira Üsküdar’daki sosyal ilişkiler, Avrupa yakasından çok daha sıcak ve canlıdır. Bu tarafın aynı zamanda entelektüel birikim olarak, yani kültür-sanat açısından da ciddi bir derinliği vardır. Kısacası Üsküdar, hem maddî hem de manevî bakımdan inanılmaz huzur veren bir yerdir. Şükürler olsun, Üsküdar’da yaşıyor olmaktan çok mutluyum. Her zaman da, “Ne güzel bir lütuf olmuş, burada yaşamaya başlamışız!” derim.
1980’lerde Mecidiyeköy tarafında, Kuştepe’nin üstünde küçük bir mahallede otururduk. O vakit, bugün Trump Towers’ın olduğu yerde küçük bahçeli evler vardı. Orada kiracıydık ve komşuluk o mahallede de devam ederdi. Ne var ki oradan çıktığınızda, öyle bir ilişki biçimi göremezdiniz. Kapalı devre, küçük, farklı atmosferi olan bir yerdi. Hatta bugün de devam eder orası. Şişli’deki bira fabrikasında çalışan işçiler için yapılmıştı ve adı da Bira İşçi Evleri diye geçerdi. Bizim oradan Üsküdar’a geçişimiz, ailevî sebeplerle oldu. O zaman burada uygun fiyata bir ev bulduk ve dostlarımız arkadaşlarımız da hep burada olduğundan Üsküdarlı olmayı tercih ettik. Hatta “Ne güzel, Çiçekçi’de oturacağız! Adı da tatlı bir yer!” deyip geldik. Aslında Mecidiyeköy tarafındaki bir mahalle kültüründen başka bir mahalle kültürüne geldik ama Avrupa yakası ile Anadolu yakası gerçekten çok farklıdır! Bunu kelimelerle anlatmak biraz zordur fakat Anadolu yakasında, özellikle de Üsküdar’da farklı bir huzur; değişik bir atmosfer vardır.
Malumunuz hemen şuracıkta, çoğumuza bir yürüme mesafesinde Aziz Mahmud Hüdai Hazretleri’nin kabri var. Buraya onun misafiri olarak gelmek kadar; onun şahs-ı mânevîsine komşu olmak kadar güzel bir şey olamaz! Yine bu tarafta, yani Anadolu yakasında onlarca Allah dostunun kabri vardır. Muhakkak karşı tarafta da çok vardır ancak merkezde olması, neredeyse insanlara bir yürüme mesafesinde bulunması başka bir şey. Sanki komşu gibisiniz! Yaşam alanının içinde, ilçenin merkezinde. Dolayısıyla da o sıcak ruhaniyeti hissediyorsunuz. Bu da insana farklı bir mutluluk ve yaşam enerjisi veriyor.
Ayrıca hiç Üsküdar Çarşısı’nda dolaştınız mı bilmiyorum ama dükkanları, balıkçıları gezmeye değerdir çarşının! Hiçbir şey alma ama şöyle bir dolaş; oranın havasını solu, esnafın cıvıltısını gör, hayatın o ânını yaşa yeter! Hâlâ arabada kavun satan aynı kavuncu, birkaç ay sonra palamutçu olur ve bu sefer de balık satar. Sonra balık faslı biter, mevsimin göre patates soğan satar ama insanlar hep birbirlerini tanırlar. Dahası, esnaf size lazım olanı getirip kapınıza bırakır mesela! Hatta siz talep etmeseniz bile iki kavunu kapınıza bırakır gider, eliyle “Ağzınıza layık!” anlamına gelen bir hareket yapar ve siz de “Belli ki bize bir kıyak yaptı, demek ki mal iyi! Tamam!” dersiniz. Zaten sokak arasında satış yapan bir satıcının malı kötü olsa, oraya ikinci bir defa daha giremez. Yani o tanıdık esnaf balık da satsa palamut da satsa, getirip poşetini kapınıza bağlar sizin! Dükkanınıza ya da evinize bırakır gider. Size getirirken başka biri görür, “Hadi bana da getir!” der ve akış öyle sürer gider…
“Ekmek Teknesi Dizisi,
Kuzguncuk’un Ruhunu Taşır!”
Üsküdar’da bir 6-7 sene geçirdikten sonra Kuzguncuk’a inmemize vesile olan, Ekmek Teknesi dizisi oldu. Çiçekçi’de yaşayıp giderken, birdenbire Kuzguncuklulara komşu oluverdik. Bu sevimli semtte, Türkiye’nin en sevilen dizilerinden birini çekme imkanı bulduk. Esasen benim o zamana kadar sinemayla ve oyunculukla uzaktan yakından bir alakam da yoktu! Vesilelerle ansızın böyle bir işin içine girdik ve Heredot Cevdet diye izleyici tarafından benimsenen, sevimli ve ilginç bir karakter oluştu. Ve hep şunu müşahede ettim ki; Ekmek Teknesi dizisi, Kuzguncuk’un ruhunu taşıyan bir çalışma oldu.
Diziye başladığımız zamanlarda Kuzguncuk’ta kahveler, kıraathaneler vardı. Bugün ise bütün Kuzguncuk lokantalarla, kafelerle doldu. Belki kötü bir şey değil, yine insanlar bir araya geliyorlar ama o vakitler öyleydi. Belki biz o hale daha alışkındık, bilmiyorum. Bir de buranın bir güzel tarafı da şudur ki; Kuzguncuk Caddesi’nden o meşhur yokuşun başına kadar olan yerlerde hiçbir alkollü mekan yoktur. O nedenle de geceleri ve gündüzleri, bölgede huzurlu bir atmosfer hakimdir. Yani bir Kadıköy gibi değildir buradaki atmosfer! Çok daha dingindir. İnsanların içki kullanıp kullanmaması elbette bizi ilgilendirmez ancak çevreye yansıyan etkiyi tasvir etmeye çalışıyorum. Kısacası geceleri paldır küldür bir hâl, bağırış çağırış ya da huzur kaçıran bir atmosfer olmaz. Kuzguncuk hafta sonları ayrıca kalabalık olur ancak otoparkı olmadığı için bir sıkışıklık olsa bile huzursuzluk yaşanmaz. İnsanlar o atmosferin içerisinde, herhangi bir problem olmaksızın yaşarlar.
"Ekmek Teknesi de,
Heredot Cevdet de
Üsküdar’ın Bereketidir."
Kuzguncuk’un çok enteresan bir yapısı vardır. Burada kilise de, havra da, cami de mevcuttur ve bu mekanların hepsi de birbirine çok yakındır. Dolayısıyla da insanlar herhangi bir ayırım gözetmeksizin sorunsuz, sıkıntısız yaşarlar. Bir de Kuzguncuk’un delisi, meczubu çoktur ama neden öyledir bilinmez!
Biliyorsunuz çağdaşlık ya da medeniyet dediğimiz şey, akıl hastalarını toplumdan soyutlamaya yönelik bir çabanın içine girer. Toplumumuzda ise kendisine ya da bir başkasına zarar vermeyecek olanların tamamı hayatın içerisindedir ve bu bir tedavi, bir sosyal rehabilitasyondur. Çünkü insanlarla olan hukuklarını kendi dünyalarınca bir şekilde yürütebilirler, sürdürebilirler. Onlarla yolda izde karşılaşırız, selamlaşırız ve bir süre sonra o bizim dilimizden biz de onun dilinden anlamaya başlarız. O dil ilk başta garipsenir ama sonrasında bir biçimde çözülür. Bugün hem Üsküdar’da, hem Kuzguncuk’ta, hem de İstanbul’un her noktasında bu meczuplar saygı görürler. Aynı zamanda onlardan çekinilir ve korkulur da. Zira akıl hastalığı başka bir şeydir, meczupluk başka bir şeydir. Meczup; mecâziptir, ilahî cezbeye kapılmış insandır. Bizim kültürümüzde bu insanlara saygı duyulur, kalplerini kırmamaya gayret edilir. Tabi çok da yakın olunmaz, zira onlar çok yakın oldukları insanlara kendi hâllerini giydirirler. Onun için fazla yakın olunmaz ancak uzak da durulmaz. Saygı gösterilir, ihtiyacı varsa giderilir; kirli ise hamama götürülüp yıkanılır, aç ise karnı doyurulur. Çünkü onlar içinde olunan hayatın, sosyalliğin bir parçasıdırlar. İşte Ekmek Teknesi’nin çok sevilmesinin nedenlerinden biri de bu doğallığı ve bu tarz hikayeleri yansıtmasıdır. Tabi dizi çekimleri, Kuzguncuk gibi doğal dokusu olan yerleri bir anlamda da yoran bir durumdur. Zira birçok karavan ve teçhizat gelir, insan akışı olur ve ortamda sürekli bir yoğunluk yaşanır. Bu da ortamın doğal dokusunu bir biçimde etkiler. Hatta “Filmcinin girdiği yerde ot bitmez!” diye meşhur bir söz de vardır. Dolayısıyla da başlangıçta hareketten memnun olan, “Oyuncular geldi! Bir sirkülasyon var, dükkanlar daha çok çalışıyor” diye sevinen insanların yavaş yavaş huzursuz olmaya başlaması da normaldir. Ekmek Teknesi’nin hikayesi de gerek bu sebeplerle gerekse de başka nedenlerle bir şekilde nihayete erdi. Tabi bu süreç içinde çok güzel komşuluklarımız, arkadaşlıklarımız oldu ve o sıcak iletişim de aynı şekliyle devam etti. Bazen sokakta bizi görüp “Abi ne işin var burada?” diye sorarlar, biz de “Ofisimiz burada. Kuzguncuk yeniden bizi kendine çekti, ayrı kalamadık!” deriz. Dahası, şunu açık yüreklilikle söylemem gerekir ki; Ekmek Teknesi de, Heredot Cevdet de Üsküdar’ın Bereketidir.
Heredot Cevdet karakteri, birkaç farklı karakterden oluşan bir tiplemeydi aslında ve Üsküdar’ın ruhuna da çok uygun bir motif oldu. Mesela benim mahallemde bir kahve vardı, oraya Alageyik diye bir adam gelirdi. Kasketli, sazı olan, hafif meczup bir adam. Sazının sapının ucunda da, irili ufaklı çanlar var! Kahveye gelir, saz çalar ve sazını tıngırdatırken de hikayeler anlatırdı. Biz de merakla dinlerdik onu! Anlattıklarının en heyecanlı yerinde de o zillerle şıngır şıngır efekt yapardı. Meğer o ziller, onun içinmiş! Sonra hikaye biter, şapka çıkıp kahvede dolaşır, Alageyik de içine atılanları “Allah bereket versin!” diyerek alıp giderdi. İşte bu kişi, Heredot Cevdet tiplemesini oluşturan motiflerden biridir mesela. Yine, gelip dinî hikayeler anlatan ancak anlattıkları arasında en ufak alaka bulunmayan farklı bir karakter daha vardı! Hani meşhur bir söz vardır ya, “Keçi değil koç, kız değil oğlan!” diye devam eder gider. Aynen böyle, onun söyledikleri arasında da hiçbir bağlantı yoktu. Fakat genel çerçeve hep doğruydu. Bu kişinin hikayelerini de hep Heredot Cevdet’in ağzından kullanmışımdır! Mesela o, hiç mişli geçmiş zaman kullanmazdı ve hep “Yaptı, çıkardı, vurdu!” vs. diyerekten sanki oradaymış gibi farklı bir heyecanla anlatırdı. İşte tüm bunların toplamından bir Heredot Cevdet karakteri çıktı. Senaryoyu yazarken böyle bir karakteri anlatıyordum, sonra da ismi oluştu. Ben anlatırken arkadaşlar da kafalarında, “Hasan Abi bunu çok güzel anlatıyor! Ondan başkası bu karakteri bu kadar heyecanlı anlatamaz!” diyorlarmış. Bizi de öyle oyunculuğa sevk ettiler işte! Heredot Cevdet karakterinin isim babası da Raci Şaşmaz ile Bahadır Özdener’dir. Önce, tarihî şeyler anlatılıyor diye Cevdet Paşa olsun diye düşünüldü; akabinde de “Heredot tarihi diye bir şey var! En iyisi ikisini birleştirelim!” denildi ve Heredot Cevdet ismi doğdu...
“Kadir Çöpdemir’in
Yemekle Tatlıyla Olan İmtihanı,
Ekmek Teknesi’nin Setinde Oldu!”
Ekmek Teknesi’nin sevilen oyuncularından, Kirli karakterini canlandıran Kadir Çöpdemir’le matrak bir set anımız var; onu da anlatayım… Ramazan-ı Şerif geldiğinde, dizinin setinde muhakkak uzun sofralar kurulurdu. Bir yandan dizi çekilir, bir yandan da bütün bir set ekibinin oturduğu o uzun masada oruç tutan tutmayan kim varsa hepsi beraber iftar ederdi. Kadir Çöpdemir, son derece iştahlıdır! Bir gün iftarı yaptıktan sonra, arabadaki yolculuk halinde orucunu açamayan misafirlerimiz geldi. Kadir Çöpdemir “Hemen şurada köfteci var!” deyince, gidip küçük köfte arabasının etrafında toplandık. Aynı zamanda ciğer, sucuk falan da yapıyorlar! Kadir o ara, “Bir çeyrek de bana yap bari!” diye başladı. İftarın üzerine çeyrek ciğeri bir güzel gömdü yani! Arkadaşlarla sohbet devam ederken, “Ya şu sucuk da güzelmiş, ondan da bir çeyrek yap hadi!” diye devam etti. Etti mi sana yarım! Bir çeyrek de köfte, oldu sana üç parça! Ardından bir çeyrek de kokoreç, oldu iftar üzeri bir ekmek! Arkadan “Ya Kadir Abi! Bak iftardan kalktık, az önce yedik! Hem sahnemiz de var, gözünü seveyim dokunur falan! Yapma!” gibi hitaplar geliyor ama duyan kim! Tabi Kadir, bölgede yeme içme ile alakalı en iyi yerler nerelerse onların hepsini iyi bilir; yeni yerleri de anında keşfeder. Hemen aşağıda Rumeli Tulumbacısı vardı, indik tulumbacıya! İki tane tulumbayı da orada gömdü! İki tane derken, iki porsiyon demek istiyorum tabi. Sonra sete geldik ve çalışmaya başladık ancak işin garibi, çekilecek olan sahnede Kadir’in baklava yemesi gerekiyor. Sağ olsun Osman Sınav Hoca da sahneleri bir kez çekip geçmiyor, çoğu zaman en az üç dört kez tekrarlıyor. Tabi her defasında bir baklava derken, “Hadi bir daha çekiyoruz!” diye yinelerken olanlar oldu ve Kadir ortadaki büyük mermer masanın ortasına güm diye indi! Kafayı da vurdu, bam diye gitti!
Ben de evin balkon kısmında, kahve dışında bir ortamda; kadınların bulunduğu bir yerde aileye bir Leyla İle Mecnun hikayesi anlatıyorum. Kadir birdenbire masaya yığılınca, herkes büyük bir panik yaşadı ve kız oyuncular falan da ağlamaya başladı! Yalnız o ara bir tek gülen benim! “Kadir Abi burada ölüyor, sen ne yapıyorsun!” diye kızgın bakışlar altındayım tabi ama kendimi de tutamıyor gülüyorum!
Derken Kirli rolünü oynayan Kadir’i paldır küldür masadan aldık ve hastaneye koştuk! Ancak rolünden dolayı kıyafeti son derece tuhaftı. Üzerinde uzun kollu bir tişört vardı ve her tarafı da yırtık pırtıktı! Elleri falan da yine rol gereği leş gibiydi! Ancak o saatte nöbetçi doktor arıyoruz bulamıyoruz falan derken, Kadir’i sedirin üzerine uzatıp doktor aramaya gittik. Döndüğümüzde başında bir tane hastabakıcı vardı ve “Mübarek gün bu densizler içip içip sızıyorlar! Leş gibi adamı da getirmişler buraya!” diyerekten Kadir’i tekmeliyordu! Zavallı Kadir de “Ben sinema oyuncusuyum, dizi çekiyoruz!” falan diyerek kendini ispat etmeye uğraşıyordu. Adam da ikna olmak bir yana, “Böyle sinema oyuncusu, dizi oyuncusu mu olur! Ellere ayaklara bak!” diye veryansın ediyordu. Velhasıl Kadir orada bir güzel dayağını yedi, dayakla birlikte de kendine geldi. Ardından da tıpış tıpış sete geri döndük. Tabi geri dönüşümüz ve Kadir’in kendine gelişi de güzel bir silkelemeyle oldu…
“15 Temmuz Şehidimiz
Erol Olçok’un
Kuzguncuk’taki Ofisinde,
Nöbeti Devam Ettiriyoruz…”
Çiçekçi’de otururken 3 sezon devam eden ve aralıksız 2.5 yıl süren Ekmek Teknesi’yle birlikte Kuzguncukluların hemşerisi olduk ama dizi nihayetinde bitti. Ne var ki aradan neredeyse 18 yıl geçtikten sonra yolumuz yine buraya, rahmetli Erol Olçok’un Kuzguncuk’ta bulunan ofisine düştü. Şu anda bulunduğumuz yer, rahmetlinin özel çalışma ofisidir. Yıllarca onun yanına gelir gider, burada çayımızı kahvemizi içer, şu an oturduğumuz bu masada sohbetler ederdik. Zaten burası onun için işten kaçış ve dostlarıyla buluşma yeriydi. Mesela bize biraz evvel çay ikram eden abla, ta o zamanlardan beri buradadır. Rahmetlinin kardeşi Cevat Olçok, mekanı bizim çalışmalarımıza bırakmak için burayı boşaltacakken, devam etmesini rica ettik. Zira bir yandan kendi kültür-sanat üretimlerimizi yaparken bir yandan da onun hatırasını sürdürmek istedik. Bize “Tek bir şartım var; buradaki ablaya yol vermeyeceksiniz, yanınızda tutacaksınız.” dedi. Kısacası Fadime Hanım yıllardır buradadır. Biz Erol Abi’nin yanına gidip gelirken, hatta çok zorluklar da çektiğimiz zamanlarda kapılarını hep bize açmıştı. O vakitler buranın üst katında senaryo yazıyorduk ve rahmetli de buradaydı tabi. Aradan uzun zamanlar geçti ve 15 Temmuz gibi korkunç süreçler yaşandıktan sonra bir de baktık yine buradayız! Döndük dolaştık, yine kürkçü dükkanına vasıl olduk ve burada nöbeti devraldık. Bugün Erol Olçok’un ofisinde o nöbeti devam ettiriyoruz. Adı tam olarak da budur yani! Nöbeti sürdürmektir. Bugün bu değerli ve anlamlı mekanda, kütür-sanat ağırlıklı bir iş yapmaya devam ediyoruz. İnşallah bizden sonra da birileri nöbeti devralırlar…
“Ömer Abi,
Derviş Gönüllü Bir Adamdı…”
Kulağa klasik bir cümle gibi gelir ama Üsküdar’da yaşamak hakikaten bir ayrıcalıktır. Zira Üsküdar’ın müthiş bir tarihi vardır ve yazarıyla çizeriyle, entelektüeliyle birlikte son derece derinlikli bir yapıya sahiptir. Hatta Devebağırtan Yokuşu derler, tarihî bir yokuş vardır burada. Artık biz o tarihî yokuşun başında mıyız, yoksa Ömer Abi’nin “Uçurumun kenarındayım Hızır!” dediği gibi ucunda mıyız Allah bilir! Erol Abi gibi rahmetli Ömer Lütfi Mete de Üsküdar’ın kültür dünyasında, derinlikli sohbetlerinde temel aktör haline gelmiş bir isimdir. Allah gani gani rahmet etsin, üzerimizdeki emeği de çoktur. Ömer Abi, derviş gönüllü bir adamdır. “Ben burada varım!” demeyen, son derece naif ve tevazu sahibi ruhlardan biridir. O burada oturur ama var mıdır yok mudur, farkına bile varmazsınız! Ancak bir ihtiyacınız olsa, bir işiniz düşse; işte Ömer Abi oradadır…
Son derece meşgul olan; hiçbir gününü, dakikasını, hatta saniyesini boş geçirmemeye çalışan bir adamdı kendisi. Elinde çoğu zaman iki telefonu vardı ve canlı yayına bağlanıp biriyle siyaset, diğeriyle de spor konuşabiliyordu. Öyle enteresan bir adamdı işte! Hem çok espriliydi, hem de ‘insan’ derler ya; gerçekten numune-i imtisal denebilecek örnek insanlardan biriydi. Tüm bunlarla birlikte çok iyi bir şair, son derece güçlü bir hatip ve çok da iyi bir öğretmendi. Bugün talebelerinin kimisi yazar, kimisi senarist, kimisi de şair olmuştur. Kısacası Ömer Abi hiç boşa atış yapmamıştır! Ona, nokta atışı adam yetiştirmek nasip olmuştur…
Ömer Abi öyle bir adamdır ki, ona telefon açarsın ve “Ömer Abi! Ben Ankara’dayım, gel beni al!” dersin; tek soru sormadan yola çıkar ve seni almaya gelir. “Ya Hasan! Bilet göndereyim, uçağa atla gel! Neden ‘Gel beni al!’ diyorsun?” şeklinde bir cümle kurmaz! “Niye oradasın, neden ordasın, niye böyle dedin?” demez; arabasına atlar gelir. Bir de onun hızlı hızlı, kendi şahsına münhasır bir konuşması vardır! Hemen olduğunuz yere gelir ve “Nerdesin? Nerdesin?” diye sorar. Tavır budur, varsın İstanbul-Ankara arası 5-6 saat olsun! Hiç üşenmez, atlar gelir. Onun görevi odur! Sen “Gelip alır mısın?” dersin, o da gelir alır! Bu kadar. Arabasına atlar, onca yolu gelir ve ben bu hallere çok kereler şahit olmuşumdur. Açıkçası o bambaşka bir ruh olduğu için ona bir sıfat vermek, onu tanımlamak gerçekten zordur. Bu nedenle de “Derviş meşrep!” der geçeriz ama ondan da öte bir şeydir aslında…
“Sinema Dünyasıyla
Tanışmamın Vesilesi,
Ömer Lütfi Mete’dir.”
Belki Ömer Abi’yi Kurtlar Vadisi yapımıyla çok daha geniş kitleler tanıyıp bilmiştir ama kendisinin Kurtlar Vadisi’nden önce de çok çalışması vardır. Zaten Kurtlar Vadisi de neredeyse Deli Yürek dizisinin bir üst versiyonu gibiydi. Tabi Ömer Abi, Deli Yürek’te de vardı ve bu işlerin derinliğini sağlayan adamdı. Kökleri sağlam, derine dokunan işlerin adamıydı o. Malumunuz birçok dizi var ve adeta balon gibiler. Bitince hiçbir şey hatırlamıyoruz! Etkileri izlerken büyük oluyor ancak bittikten sonra hiçbir şey hatırlamıyoruz. Ama bir Deli Yürek’e bakıyoruz ve ondaki Kuşçu karakterini hiç unutmuyoruz! Hatta o karaktere baktığımızda, bütün hikayenin önüne geçen bir unsur olduğunu görüyoruz. Aslında belki de bütün o macera, Kuşçu’nun o kadarcık şeyi anlatması için bir vesileydi. İnsanlara “Toplanın! Toplanın!” deyip, onları Kuşçu’nun sadeliği ve derinliği ile baş başa bırakmak gibi!
Aynı şekilde Kurtlar Vadisi’nde de Ömer Baba karakteri vardı. Sadece Ömer Baba da değil, Deli Hikmet’inden Güllü’süne kadar nice farklı karakterde; senaryo içindeki tüm esprilerde ve yan karakterlerde onun imzası ve emeği vardır. Hepsinde Ömer Abi’nin göz nuru, akıl teri vardır. Proje elbette Osman Sınav, Raci Şaşmaz, Bahadır Özdener şeklindeki ekiple başlamıştır ancak Ömer Abi’nin adı orada danışman diye anılsa da, asıl mayayı karan el odur. Bizler “Biz yapıyoruz!” zannederken, orada derin sondajı yapan bir Ömer Lütfi Mete vardır ve bunu hiç sezdirmeden, hiç fark edilmeden, “Ben yapıyorum!” demeden, kimsenin gözüne sokmadan yapan insandır.
Oğlu Ali Buhara anlatır, bir gün baba oğul Çanakkale Şehitliği’ne gitmişler. Delikanlı adam işte, bir süre sonra arabada sıkılıp kulaklığını takmış; başlamış cıstaka cıstaka yabancı müzik dinlemeye! O ara Ömer Abi sürekli, “Bir şey diyeceğim sana!” deyip duruyormuş. Buhara kulaklığı çıkarıp babasına yönelince, Ömer Abi “Bak bu tarafta bizimkiler yatıyor, diğer tarafta da sizinkiler yatıyor!” demiş. Tabi çok matrak bir cümle bu! Hem de anlayana müthiş bir ders, sarsıcı bir mesaj. Ali Buhara bunu hiç unutmuyor mesela! Ona hiç unutamadığı bir mesajı miras bırakmış ve o da alacağı dersi almış. Belki “Ne yapıyorsun sen! Çıkar şunu kulağından!” dese, o kadar kalıcı olmayacak ya da hadise onda “Babam bana kızdı!” duygusuyla yer edecek.
Sonuçta Ömer Abi de Anadolu yakasının adamıdır ve Üsküdar’daki demli sohbetlerimiz unutulmazdır. Hep Bağlarbaşı’nda toplanırdık ve ruh hafızamızda yer eden cümleler kurardı. Kuşçu’nun ve Ömer Baba’nın hitabına yakın sohbetleri kendisi de yapardı. Gerçi tesadüf diye bir şey yoktur ama biz de Ömer Abi ile tesadüfen tanıştık. Hep entelektüel kesimin, eli kalem tutan insanların onun etrafında toplandığı ortamları yaşadık; hayatımızda yer eden hadiseleri deneyimledik. Ki benim sinema dünyası ile tanışmamın vesilesi de Ömer Abi’dir. Ondan çok şeyler öğrendik…
“Nevmekân Sahil Gibi
Kültürel Cazibe Merkezleri,
Üsküdar’ın Ruhuna
Uygun Yerlerdir…”
Bizlerin büyüklerimizle buluşma yaşadığı o önemli ortamlar bugün de tesis edilmeli, yeni neslin kültürel ve sanatsal anlamda istifade edebileceği mekanlar oluşturulmalı. Zira günümüzde de gençlerin bir araya gelip toplandıkları, kültür-sanat dünyasının önemli isimleriyle konuşma imkanı yakaladıkları yerlere ihtiyaç var. Bu anlamda Üsküdar Belediyesi’nin yapmış olduğu Nevmekân Sahil gibi hoş ortamlar son derece kıymetli. Orası bugün bir kültür merkezi oldu ve ciddi anlamda da talep görüyor. Biliyorsunuz alt katı çok büyük bir kütüphane, üst katı da hoş bir kafe! Her bir bölümü son derece güzel bir biçimde dekore edilmiş. O bina eskiden nikah sarayıydı ve o dönemden kalan ahşap cam karışımı kubbe de ortama çok hoş bir hava katmış. Çeşitli sohbetlerin, söyleşilerin yapıldığı salonun öyle bir ayırıcı özelliği de var yani! Kısacası Nevmekân; gençlerle kültür sanat insanlarının bir araya gelebileceği yerlerin güzel bir örneği, güncel bir versiyonu oldu. Bu tarz özel çalışmalar, Üsküdar’ın ruhuna uygun açılımlardır ve sayıları da artırılmalıdır…
“Şehirlerimizi Hep
Elmayla Armutla Anar Olmuşuz!
Beldeleri,
Manevî Kahramanlarıyla
Beraber Anmalıyız…”
Memleketimizin neredeyse her toprağı Allah dostlarıyla, onların ruhaniyetiyle bezenmiştir ve İstanbul da bu açıdan son derece mümbit bir yerdir. Malumunuz, Eyüp Sultan Hazretleri fetihten çok önce İstanbul’a teşrif etmiştir ve kendisinin kabrini keşfeden de Akşemseddin Hazretleri’dir. Birçok Allah dostu burada medfundur ve özellikle de Anadolu yakasının Üsküdar tarafında bambaşka bir hava vardır. Biz ne yazık ki şehirlerimizi hep elmayla armutla anar olmuşuz. Bu gerçekten de çok yakışıksız bir durum! Zira şehirlerimizin maddî ve manevî nice kahramanları var. Bir tek Konya’da bu durum farklı ve şehir Hazreti Mevlana ile anılıyor. Ne var ki orada da ismin ticarete dökülmesi gibi bir durum oluştu! Neredeyse kebapçıdan oto yıkamacıya kadar bu isim kullanılır oldu. İşte bu olmaz. Ama zannederim belirli uygulamalarla Konya’daki bu durumun önüne geçildi artık.
Örneğin Bursa’dan bahsediyoruz ancak İbrahim Hakkı Bursevî Hazretleri gibi, Üftade Hazretleri gibi isimler dururken şehri şeftali ile anıyoruz. Ya da Battal Gazi’nin memleketi Malatya’yı kayısı ile, Karadeniz’i de hamsiyle hatırlıyoruz. Veyahut da Hazreti Mevlana’nın hocası olan Seyyid Burhaneddin Hazretleri’nin kabri bulunan Kayseri’den söz açılınca, sucuğu pastırmayı konuşur oluyoruz. Niye kutlu şehirlerimiz o güzel insanların isimleriyle anılmaz da elmayla armutla, sucukla pastırmayla anılır anlamak mümkün değil! Oysa bizler, midesiyle değil ruhuyla ve zihniyle var olan bir ecdadın ahfadıyız. O anlamda, bu tarz bize pek yakışmıyor diye düşünüyorum. Elbette damak tadı da kültürün bir parçasıdır ama bu kadar da olmamalı. Asıl lezzet, unutulmayan lezzet; ruhanî lezzettir...