Edebıyat ve Aşk

  • Güncelleme: 24.11.2021 20:24
  • Okunma: 1313 kez
  • Yorum: 0
Bedirhan Altın
Edebıyat ve Aşk

’Kıyamazsan baş’ü câna, uzak dur girme meydana.’’

Aşk, ona inanan beynin, kendi bedenine ve ruhuna verdiği yüksek dozda mutluluk armağanıdır! Aşk dünyada en çok kullanılan kelime, en çok arzulanan mutluluk, en çok kıskanılan duygu, en çok düşünülen rüya ve en az bulunan hayat iksiridir.Aşk, onu denetlemeye çalıştığımızda bizi yok eden, onu hapsetmeye çalıştığımızda ademoğlunu köleleştiren; evcilleştirilememiş bir güçtür. Edebiyatta da aşk her zaman vardır. Dönemlere göre ve akımlara bağlı olarak bazen çok, bazen az ele alınsa da aşk edebiyatın en temel konusudur. Aşksız bir yaşam düşünemeyen insanlık, geleceğe kalmanın ve insan olmanın farklılığını kanıtlamanın bir aracı olarak sanatla özgürleşirken, yarattığı bu gerçekliğin temeline hep aşkı da koymuştur. Gerek dünya, gerek Türk edebiyatının günümüze kadar gelen en ünlü ve en değerli ürünlerine baktığımızda en temel özün, aşk olduğunu görürüz.  R. Fakow ise bu konu da; ‘’ Edebiyat olmadan aşk olmaz. ‘’ der bir söyleşisinde... O zaman, aklımıza, ‘’Aşk Kaç Çeşittir? ‘’ sorusu gelir hemen. Cevap olarak da, klasik olarak, beşeri aşk ve ilahi aşk diyebiliriz.

Beşeri aşk dedikleri efsunlu hal ise; onu hatırlamaktır. Onu hatırladıkça, göğsümüzden aşağıya çağlayan şelaleler gibi, bir huzurla kaplanıyorsa yüreğiniz, bir kelebek telaşıyla,  hiç ölmeyecekmiş gibi, umutla atıyorsa yüreğiniz, onunla iken saatin içinde koşuşturup duran yelkovan, o yokken, mıhlanmış gibi akrebe sarılıp kalıyorsa yerinde... Sınıfta, büroda, yolda içiniz içinize sığmıyor, mevzu ona gelince, istemsiz, baharda dalında yeni açmış kiraz tanesi gibi, oluyorsa yüzünüz... Ve o her durduğunuz yerde duruyor ve her baktığınız yerden size bakıyorsa... Siz gülerken karşınızda gülüyor, siz ağlarken eli yaşlarınızı siliyorsa... Onun kokusunu içinize çektiğiniz her vakit, kalabalıklar arasında iken bile dünya iki kişilik geliyorsa... Sizin için dünyanın en güzel kokusu onun kokusu, en dayanılmaz acısu gözlerindeki kederse... Hayat onunla güzel ve onsuz müptezelse... Yağmurlu havalar güneşli, geceler gündüzse... Yazılan her şiir o ve her roman ondan söz ediyor ve her tomurcuk ona açıyorsa... Dem, beraber iken kısa bir kesit gibi geliyor ve o gittiğinde yıllar geçmiş gibi geliyorsa... Onu düşündükçe, kalp ritminiz hızlanıyor, yavaşlıyor ya da şaşırıyorsa... O sokakta yürümüyorken, kaldırımlar öksüzse... İşte durum halı hazırdan farksız ise, sizin aşk çeşmesinden kana kana yudumlama vaktiniz gelmiş ve geçiyordur..! Bu öyle bir çeşmedir ki, içen bir pişman içmeyen bin pişmandır. Aslı için Kerem’e dağı deldiren, Kays iken Mecnun oldurup, çöllerde bir garip edendir.  Aşkın bu safhası kelam safhasıdır, çile, gözyaşı, anlamsız ruhlar âleminde, ütopyalar arasında kendini bırakma, benlikten çıkma safhasıdır. Anlayabilene bir içsel yolculuktur uzaklara uzanan... Sırlar dünyasına bir bilettir...  Sevgili kesilmektir baştan sona. Kendine ait her şeyden vazgeçmektir. Özlenen için kendini yollara vurmak ve ne aradığını bilmemektir. Her nefeste bir ‘’ah’’ değişte, nefsin bir defa daha ölmesidir... Bu bir silsile halidir uzaklara uzanan, gizler âleminde dönüp durup anahtar arayan. Sözle başlayan sükût ile biten... Görebilene basamak, anlayana bilene bir geçiş kapısıdır en sevgiliye... Aşk, serden geçmenin adıdır. Araftır... Varlık bir aşk hikâyesidir esasında. Var, aşkla var edilmiştir. Yok bile, yokluğu ile aşkı anlatır. Hatta yokluk, varlıktan biraz daha fazla aşkı söyler, aşktan bahseder gönüllere... Aşk, ‘’ben’’ derdinden geçip, ‘’sen’’ diyebilmenin adıdır en çokta. Yok etmeyen aşk belki de bunun için yoktur.

Belki ‘’küntü kenzi’n mebdeyinden, aşk u sevda hu çeker.’’ Diyen şair, işte bu serencamı dile döküp gelmektedir. Ve biz, ‘’Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl, Muhammed’siz muhabbet ne hâsıl?’’ diyen medeniyetin çocuklarıyız. İslam medeniyetinin Osmanlı yorumunu aşkla kurmuşuz, aşkla bina etmişiz. Aşkla çözmüşüz derdimizi... ‘’Aşk gelecek, cümle noksan, tamam olacak.’’ Diye Yunus’ca seslenmişiz yer yüzene ve yeryüzündeki bütün yüreklerin bam teline...

Viran gönüllerde, yarım kafiye yaşayıp, tam kafiye olma haline varıştır bu. Muhabbet kapılarını ardına kadar açandır. Muhabbet deryasında, bir garip, limansız dönüp duran yelkendir. Bu safhayı, Abdülhakim Arvâsi Hazretleri, ‘’Muhabbet sevilenin suretini sevilene giydirir. Hatta mezarı mezara yaklaştırır’’ sözü ile ile anlatmıştır. Bu durumdan sonra, aşk, aşkın bir şeye dönüşür. Yanar âdemoğlu, su içmez aşığım diye... Artık öyle bir merhaledir ki bu, Hazreti Yunus’un yaşadığı, Taptuk Emre’nin kapısının eşiğinde günlerce yatıran... Yatırıp, üşütmeyen ve terletmeyen... Her daim özleyen ve bekleyen... Adeta artık zaman, zaman ötesinde; koşturur durur ruhlar, elleri bağlı, gözleri dağlar ötesinde, bir hal alır beklemek ufkun çizgisinde... Aşk diye ağlaşa durur gözler sırlar âleminde...

 

‘’ Falan, dağın ardında;

   Seslen seslen işitmez,

   Filan toprak altında;

   Gözyaşları diriltmez.

 

   Neye vardın, vardın da?

   Ufuk varmakla bitmez.

   Bir şey göster kadında,

   Tılsımını eksiltmez.

 

   Yar o ki hep yadında;

   Eskimez, eksiltmez.

   Muradı muradında,

   Seni bırakıp gitmez.

 

Üstad Necip Fazıl’ın da mısralarında bizlere buyurduğu gibi, bu kelimelerin dilsiz kaldığı, dünyevi duyguların el pençe divan durduğu aşktır ilahi aşk..!

Son olarak da; Öyleyse iki beden arasında olan değilde, iki gönül arasındaki ilişki olan aşk, elbette o gönlü bize verene aittir, yöneliktir hakikatte. Ama biz hep kendi cinsimizden olan alakaları daha rahat algılıyoruz. Ve zannediyoruz ki, algılama yolları yalnızca beş duyudan ibarettir. Hâlbuki beş duyu bedene ait algılamalardır. Peki, sezgi nerede? Doğuş nerede? Öyle ise bizim yazının başında sorduğumuz sorumuz yanlış. İlahi aşk ve beşeri aşk diye bir ayrım olmaz. Burada mühim olan şudur; Muhabbet ki bunun cünun şubesi olan aşk, bir tanedir. Sadece zuhuru değişir...

Anahtar Kelimeler: