“Türkiye,
Bir Deprem Ülkesidir.
Bu Realiteyi
Bilerek Yaşayacak
ve Tehditlere Karşı
Hazırlanacağız…”
Türkiye bir deprem ülkesidir. Coğrafyamızda bulunan yer kabuğu, yapısal oluşum süreçlerini bitirmediği için ülkemizin böyle bir gerçeği vardır ve depremler devam edecektir. Bu fizik olguyu denetleyen, kontrol eden Türkiye deprem fay zonları bulunmaktadır. Son zamanlarda bu çerçevede konuşulan da, Kuzey Anadolu fay zonudur. Ayrıca 2019’da Sivrice Elazığ depremine neden olan Doğu Anadolu fay zonu da mevcuttur. Bunlara ilaveten Güneydoğu Anadolu’da, ‘bindirme zonu’ dediğimiz bir fay zonu daha vardır. Bir de Batı Anadolu’nun, Ege Bölgesi’nin bir deprem zonu bulunmaktadır. Geçtiğimiz günlerde yaşadığımız İzmir depreminde karşımıza çıkan fay zonu da budur.
Ayrıca Güneybatı Anadolu’da; Fethiye, Rodos, Girit tarafına doğru giden farklı bir fay zonu daha vardır ki; bu hat, 8’in üzerinde depremler oluşturabilecek bir kapasiteye sahiptir. Ancak Türkiye’nin sınırları içerisinde 8’den yukarı bir deprem beklenmeyeceğini de ifade etmemiz gerekir. Güneybatı Anadolu tarafındaki, Yunanistan’a doğru olan adalar üzerinde dünyanın en büyük depremleri dahi yaşanabilir; o ölçekte bir kapasite söz konusudur. Hatta bu zon, 8 buçuğa kadar çıkabilecek depremler yaratabilir.
“Güneybatı Anadolu
Fay Zonu,
Deprem-Tsunami-Volkanizma
Üçlüsünü
Ortaya Çıkarabilecek
Potansiyeldedir!”
Güneybatı Anadolu fay zonunun bir özelliği daha vardır ki, burası son derece önemlidir! Zira bu hat, deprem-tsunami-volkanizma üçlüsünü bile tetikleyebilir; büyük bir felakete yol açabilir. Bu anlamda hareket yaratabilecek fay zonlarının sayısı, bugün 500’dür. Kısacası Türkiye’de 5 ya da 5 buçuktan yüksek deprem oluşturabilecek, 500 adet fay mevcuttur. ‘Bugün 500’dür.’ diyorum, zira araştırma yaptıkça mevut sayı daha da artmaktadır. Örneğin aynı sayı 1992 yılında 150 civarındaydı. Bu da göstermektedir ki; yapmış olduğumuz bilimsel çalışmalar, Türkiye’nin bildiğimizden 3 kat daha yüksek bir deprem kapasitesine sahip olduğunu ortaya koymaktadır.
En önemlisi şudur ki; bu fayların üzerine kurulu birçok yerleşim alanları vardır. Riskli alanlar üstünde büyük şehirler, kasabalar, köyler mevcuttur. Yıllar içinde maalesef bu anlamda birçok hatalı yerleşim yapılmıştır. Yerleşim planları açısından sıkıntı doğuran pek çok yerleşim alanımız, bu fay zonlarının üzerinde bulunmaktadır. İçinde bulunduğumuz 2020 yılı da göstermiştir ki; sadece Marmara değil Doğu Anadolu, Batı Anadolu, Güney, vs. pek çok noktada deprem tehlikemiz söz konusudur.
“Yaşadığımız
İzmir Depremi,
Tsunami Tehlikesinin
Asla Göz Ardı Edilmemesi
Gerektiğini
Ortaya Koymuştur!”
İzmir depremi; bir bölgede deprem oluşturacak fay olsun olmasın, uzaktaki bir nedenden, zeminin özelliklerine bağlı olarak yıkımlar yaşanabileceğinin net bir örneği olmuştur. Yani deprem o şehrin altında olmasa bile ‘uzak etki’ dediğimiz etkilerle, zemin büyütmesi ve rezonans etkileriyle yıkımlar yaşanabilmektedir. İzmir depremi, işte bu durumun çok karakteristik, canlı bir örneğidir. Çünkü burada bir deprem meydana gelmemiş, bölge dolaylı olarak depremden etkilenmiştir. AFAD kurul üyeleri olarak İzmir’de yaptığımız birkaç günlük incelemelerde hem bu durumdan kaynaklanan yıkımları, hem de tsunamiyi inceledik.
Bugün mevcut tablo, Türkiye’nin % 92’sinin değil, % 100’ünün depremden etkilenebilir durumda olduğunu göstermektedir. Ne var ki; bu net gerçeğe rağmen, hâlâ “Deprem olur mu olmaz mı?” gibi sorular etrafında dönüldüğünü müşahede etmekteyiz. Türkiye’de deprem olur. Geçmişte de olmuştur, gelecekte de olacaktır. Ayrıca kıyılarımızda tsunami tehlikesinin olduğu da unutulmamalıdır! Tarihsel dönemlerde olmuştur ve bu verilerin arşivleme çalışmaları da yapılmıştır. Hatta Marmara Denizi gibi iç denizlerde bile olabilir. Nitekim Sisam depreminden sonra oluşan tsunami dalgaları, Seferihisar kıyılarımızda etkili olmuştur ve bu son vaka, depremin yanı sıra tsunamiden de etkilenebilecek durumda olduğumuzu ortaya koymuştur. Bizler depremle birlikte tsunamiye de vurgu yapmamıza rağmen bu husus pek dikkate alınmıyordu, böylece yapılan vurguların dikkate alınması gerektiği ispatlanmıştır. “Bir musibet bin nasihattan iyidir.” şeklindeki halk tabiri, bir biçimde yerini bulmuştur.
“Nüfus Açısından
Türkiye’nin 3’te 1’ini
Barındıran Marmara’yı,
Özel Bir Yere Koymak
Durumundayız.”
Sonuç olarak ülkemizde sadece Marmara’da değil, pek çok noktada deprem olabileceği bir gerçektir. Ne var ki yine de Marmara’yı özel bir yere koymak gerekmektedir. Peki neden Marmara’yı özel bir yere koymalıdır? Marmara’nın insanı, Anadolu’nun insanından daha mı kıymetlidir? Elbette ki hayır, böyle bir şey söylemiyoruz. Ancak bu bölgede nüfus potansiyeli açısından, 8-9 ilin yoğunluğuna bağlı olarak yaklaşık 29 milyon insan yaşamaktadır. Dolayısıyla da Türkiye’nin 3’te 1’inin Marmara’da olduğunu söyleyebiliriz. İkinci olarak, Marmara yapı stoğu açısından yüklü bir bölgedir ve Marmara’nın çevresinde 6 milyona yakın konut bulunmaktadır. Haliyle de gayr-i safi millî hasılanın çok önemli bir bölümü buradan elde edilmektedir. Sanayi buradadır ve sadece Türkiye’nin değil dünyanın da önemli bir tedarik zinciri, lojistik destek alanı bu noktadadır. Yani bu anlamdaki küresel merkezlerden bir tanesi de İstanbul’dur.
Peki böyle bir yerde deprem olur mu? Süreç içerisinde, bunun pek çok örnekleri yaşanmıştır. Bunu nereden biliyoruz? Tarihsel dönem içinde burada çok farklı medeniyetler yaşadığı için, en az birkaç bin yıllık deprem tarihini bilmekteyiz. Son elli yıllık yakın dönemde olduğunu da bilmekteyiz. Marmara’nın çevresinde ve içinde; yaklaşık 50 yılda bir, ortalama 7 büyüklüğünde depremler zaten olmaktadır. İstatistiksel veriler bunu göstermektedir. Kısacası Güney Marmara da dahil olmak üzere, bu depremler zaten burada vuku bulmaktadır. En son bilgilerimiz ise, 1999’daki depremleri oluşturan fayın bir ucunun İzmit Körfezi’nde olduğunu doğrulamaktadır. Ayrıca Marmara Denizi’nin batı tarafında, 1912’de meydana gelen Mürefte-Şarköy depremi vardır ki; bu fayın ucu da Marmara Denizi’nin batısında, Tekirdağ Çukurluğu’nda bitmektedir.
Teknik bilgilerimiz bize; kırılan bölgelerin rahatladığını, buralarda uzun süre deprem olmadığını ancak kırılan bölgelerin uçlarının arasında stres biriktiğini söyler. Yalova ile Tekirdağ açıklarındaki bir yer arasında, işte böyle deprem olmayan bir bölge vardır ve oranın deprem oluşturarak gevşemesi, rahatlaması, o stresin boşalması gerekmektedir. Bu da, 7’nin üzerinde bir depremin rahatlıkla bu bölgede gerçekleşebileceğini göstermektedir.
Kaygılarımız, işte bu bilimsel gerçeğe ilişkindir! Zira burada böyle bir deprem olursa, İstanbul ve çevresi ile Marmara’da büyük bir kaos yaşanabilecek ve büyük kayıplar vermemiz söz konusu olabilecektir. Hatta hadise bir millî güvenlik sorununa bile dönüşebilecek ölçekte etkiler yaratabilecektir. Bu anlamda konunun bir millî güvenlik paradigması ile ele alınmasında fayda vardır. Geçtiğimiz günlerde İçişleri Bakanı Sn. Süleyman Soylu Bey de bu yönde bir açıklama yapmış, AFAD olarak kendisine vermiş olduğumuz bilgileri kamuoyu ile paylaşmıştır. Dolayısıyla da Marmara Depremi’ni özel tutmamızın nedeni, yaratacağı kaos ve kayıpların büyüklüğüdür. Tabi biz İstanbul depremini beklerken Anadolu’da farklı farklı depremler de yaşanabilecektir. Sonuç olarak bu işin şakası yoktur, konunun savsaklanabilecek bir yanı bulunmamaktadır.
“Türkiye’nin
Öncelikli Gündemi,
Depreme Hazırlık Olmalıdır!
Bu Bir
‘Millî Seferberlik’ Durumudur.”
Türkiye’nin şu anda birinci gündemi, ana projesi; ne yol, ne fabrika, ne de farklı bir konu olmalıdır! Zira ülkenin öncelikli meselesi, deprem gerçeğidir. Bu anlamda şu an dünyanın en büyük kumarını oynadığımızı söyleyebiliriz. Zaman aleyhimize işlediği için de böyle bir kumar oynayarak gelecek nesillerin haklarını gasp etmek doğru olmaz. O yüzden kentsel dönüşüm dediğimiz bu önemli projeyi; yani deprem açısından güvenli, sağlam ve dayanıklı binalar yapma meselesini bir an önce gerçekleştirmemiz gerekmektedir.
İvedi bir biçimde şeffaf, samimi ve partiler üstü davranarak bu sorunu çözmemiz elzemdir. Zira bunun ne hükümetle, ne partiyle, ne de belediyeyle bir ilgisi yoktur. Bu bir millî seferberlik durumudur. Dolayısıyla da gerçekçi, sağlıklı adımlar atmayan her siyasetçi vebal altındadır; gelecekte bu noktayla alakalı hesap verilmesi gerekebilir. O kadar ki, bu konuda inisiyatifini kullanmayan her siyasetçi; ileride vatan haini bile ilan edilebilir. O derece ağır bir sorumluluk söz konusudur.
“Bugün Hâlâ
Kriz Yönetimi Yapıyor,
Risk Yönetimi Anlayışını
Ortaya Koyamıyoruz!”
Tam da bu noktada şu soruyu sormak gerekmektedir; “Türkiye’nin deprem tehlikesi var mıdır? Vardır! Nerede vardır? Birçok yerde vardır! Peki bu tehlikeyi biliyorsak, ortaya çıktığında vereceğimiz kayıpları da biliyor muyuz? Yaklaşık olarak biliyoruz!” Peki risk yönetimini yapıyor muyuz? Hayır, risk yönetimi yapmıyoruz; hâlâ kriz yönetimi yapıyoruz. Aslında müdahalede dünya çapında iyi bir noktadayız ve güçlü bir teçhizata sahibiz. Sadece Türkiye’de değil, dünya çapında çalışmalar yapabiliyoruz ve bu da son derece gurur verici. Fakat bu müdahale gücü, ‘kriz yönetimi’nin anlayışıdır. Asıl anlayış ise; tıpkı koruyucu hekimlikte olduğu gibi ‘afet ortaya çıkmadan önce’ güçlü bir ‘risk yönetimi’ yapabilmek olmalıdır. “Afet ortaya çıkmasın, afet zararlarını azaltalım, fazla müdahaleye gerek kalmasın!” şeklindeki bütüncül bakış esas alınmalıdır.
Kısacası siz ülkenin bağışıklık sistemini geliştirip güçlendirirseniz, hastalığın ortaya çıkma durumunu da önlemiş olursunuz. En azından, hastalıklar yaşansa bile onlardan etkilenmezsiniz. Bunu böyle değerlendirmek gerekir. Bu tarz konuların, şahsî ya da kurumsal rant gibi kamu hukukunu zedeleyecek noktalara kurban verilmesi hiçbir şekilde düşünülemez. Bunun için de kesinlikle siyaset üstü bir vizyonla hareket etmek gerekmektedir. Vebal altında kalmamak için, herkesin kol kola girip çalışması icap etmektedir.
“Güçlü Bir
Dayanışma Kültürümüz
Olmasına Rağmen
Henüz Bir Afet Kültürümüz,
‘Afet Gönüllülüğü’
Anlayışımız Yok!”
Bizler Türk insanı olarak son derece gelişmiş bir dayanışma kültürüne sahip olduğumuz için, bu noktada çok ciddi avantajlarımız mevcuttur. Ancak dayanışma noktasında son derece güçlü bir kültüre sahip olmamıza rağmen, henüz bir afet kültürümüz yoktur! Bu gerekli kültür çerçevesindeki önemli deprem hazırlıklarından bir tanesi de, ‘afet gönüllülüğü’dür. Bu anlayışın oluşması için AFAD da, AKUT da, Kızılay da görev yapmaktadır ancak çok daha fazla insanımızın gönüllü olması, bireylerin afette nasıl davranılacağını muhakkak öğrenmesi gerekmektedir. Bunu her Türk gencinin, hatta ileri yaşlarda olanların da öğrenmesi elzemdir. Zira ne kadar sıkı ve çabuk organize olursanız, ilk 72 saatlik o önemli süreyi de o denli büyük bir verimlilikle geçirirsiniz.
Örneğin İzmir’i gidip gördük, bu anlamda güzel örneklerden bir tanesiydi. Tüm ekipler gerçekten güzel organize olmuşlardı. AFAD ekibimiz de muhteşemdi ve müdahaleler hemen yapıldı. Zaten o seri müdahale sayesinde de ilk yaralılar çıkarılarak süratle enkazda ilerleme kaydedildi. Zaten müdahale gücünüz iyi olmazsa, yaralı sayıları hemen ölü sayılarına döner. O sayılar artmaya başlar.
“Depreme Hazırlık Meselesi,
Siyaset Üstü Bir Konsensüs
ve Siyaset Mekanizmasının
Aktif Kullanımıyla
Çözülmelidir.”
Depreme hazırlık meselesi, topyekûn bir mücadele olarak ele alınmalı, sadece karar vericilerin elinde olan bir durum olarak görülmemelidir. Bununla birlikte, devletin güçlü organizasyonlarıyla vatandaşların da depreme hazırlanması sağlanmalıdır.
Öncelikle, deprem olmadan önce evlerimizi güçlendirmek durumundayız. Muhakkak sağlıklı afet planlarımız olmalı! Zira bunlar olmadan, afet öncesi ne yapacağımızı bilmemiz mümkün değildir. Aksi takdirde bir kaos ortamı yaşanması, kuvvetle muhtemeldir. Onun için de birey bazında, aile bazında, site bazında, mahalle bazında, şehir bazında her gün yapılması gereken organize işler vardır. İşte bunların, iyi bir koordinasyon içerisinde planlanması ve uygulanması gerekmektedir. Özet olarak, amacımız Amerika’yı yeniden keşfetmek değildir. Esas olan; bilinen çağdaş afet eğitimlerini alıp, resmî yetkililerle koordinasyon içinde çalışmaktır.
“Gerçek Bir Çözüm İçin
Devlet,
Salt Yasal Yaptırımlardan Ziyade
Hakemlik Gücünü
Ortaya Koymalıdır.”
Depremle ilgili yasalarımız, mevcut yönetmeliklerimiz ise yeterli seviyededir ancak yasal düzlemde belirtilen hususların uygulanabilirliği güçlendirilmelidir. Bu noktada uygulanabilirliği artırabilmek için, devletin otoriter yönünden ziyade ‘hakemlik’ gücünü ortaya koyması icap etmektedir. Örneğin vatandaşla müteahhit arasında hakemlik görevi görmek, sorunların çözümü noktasında ön açmak ve süreci kolaylaştırmak; kredi verme, kolaylaştırma gibi görevleri yerine getirmek önemlidir. Bu noktaların hızlandırılması büyük bir ihtiyaçtır. Hem yasal, hem maddî, hem de diğer ihtiyaçlar anlamında, vatandaşın problemleri kolay çözülebilir bir noktaya taşınmalıdır.
Türkiye’de 80 milyon konut bulunduğundan, kentsel dönüşüm probleminin halli noktasında her şeyi devletin karşılaması gerçekçi bir beklenti olmaz; elbette ki ütopik bir yaklaşımdır. Ancak belirli bir koordinasyon içerisinde yapıların ortaya çıkması kolaylaştırılabilir. Zira devlet, zar zor ev sahibi olmuş emekli bir vatandaşı çaresiz bırakamaz. Bu durum, sosyal devlet anlayışımız ile bağdaşmaz. Hakemliklerle, kolaylaştırıcı yöntemlerle vatandaşa bir şekilde destek olunması şarttır. Ayrıca Türkiye’nin bu tarz bir çalışmayı yapma gücü, teknik olarak da maddî olarak da mevcuttur. Bu noktada karar vericilerin yapması gereken; bunun bir istek değil zorunlu bir ihtiyaç olduğunu, keyfî yapılmadığını, depremin bir mücbir sebep olduğunu kabul etmektir. Malumunuz, hukukta bir şey ‘mücbir sebep’ olduğunda mutlaka yapılmalıdır. Zira o, emir gibidir. Bu anlamda söz konusu meseleyi bir millî seferberlik duygusuyla halledersek, büyük bir kâra geçeceğiz.
“Sürtüşme Değil
Konsensüs
ve ‘Afet Barışı’ Anlayışı
Esas Alınmalıdır…”
Depreme hazırlık kapsamında kamuoyu oluşturabilmede, medya muhakkak etkin bir araçtır ancak bu durum sadece medyanın görevi de değildir. Ayrıca toplum nezdindeki asıl etkin faktör, her zaman siyasîlerdir. O yüzden de tüm milletvekillerinin, ifade ettiğimiz bu doğrultuda çalışması büyük önem arz etmektedir. Hangi parti olursa olsun, bu böyle olmalıdır.
Halkı ikna etme noktasında en etkili mekanizma, daima siyasettir. Ben bir hoca olarak depremle ilgili bilimsel çalışmalar yapmama rağmen halkı ikna edemem ancak siyasîler ikna edebilir. Ayrıca bizlerin bir yetkisi de yoktur fakat siyasîlerin hem güçleri, hem mesuliyetleri, hem de yetkileri bulunmaktadır. Bu anlamda siyaset mekanizmasının aktif ve yapıcı bir biçimde kullanılması çok önemlidir. Bizler bilim insanları olarak, ancak siyasîleri bilgi sahibi yapabiliriz; fakat halkı ve kamuoyunu ikna edemeyiz. Bu durum, siyasîlerin gücü ve yetkisi çerçevesindedir.
Söz konusu süreçle ilgili olarak geçmişte kullanılan ‘imar barışı’ ifadesi, esasen yanlış bir kavramdı. Doğru olan, afet kültürünün bir parçası olan ‘afet barışı’dır. Tabi bunlar kamuoyu için yeni kavramlardır. Bizler bu işlevsel kavramları ifade ediyoruz ancak söz konusu kavramların içselleştirilmesi ve içlerinin doldurulması gerekmektedir. Bunu da sadece biz akademisyenler yaparsa konsensüs olmaz, muhakkak herkesin konuya katılması icap etmektedir.