Söyleşi: Ayten ÇALIŞ KURTÇU
Davranış Bilimleri Uzmanı, Yazar, İstanbul Kültür Üniversitesi Öğr. Üyesi, Değer Danışmanlık Yönetim Kurulu Başkanı ve Değer Eğitim Vakfı Kurucu Başkanı Dr. İlhami Fındıkçı ile modern insanın içine düştüğü açmazları konuştuk.
Uzun süredir yadsınamaz boyutlarda insanî bir kriz içinde olduğumuzu vurgulayan Fındıkçı; pandemi sürecinin var olan krizi bir parça daha görünür hale getirdiğini ifade ederek, çözüme giden yolu anlattı...
SORU - Üzücüdür ki; modern insanın bugün antidepresanlarla ayakta kalmaya çalıştığı bir vaka, somut bir gerçektir. Dolayısıyla günümüzde bireyin duygu, düşünce ve haliyle de davranışlarını baskın bir korku/kaygı duygusunun yönettiğini gözlemlemekteyiz. Sizce modern insan tam olarak “neden” korkuyor ve bu yoğun kaygıyı hangi sebeple yaşıyor?
“Modern İnsan, Mutlu Değil.
Çünkü ‘İnsanî Kriz’in Göbeğindeyiz!”
Öncelikle toplumsal ve bireysel psikolojimizi yakından ilgilendiren önemli konular çerçevesinde böyle bir söyleşiye yer verdiğiniz için teşekkürlerimi sunuyorum...
İlk sorumuza yanıt vermeden evvel; öncelikle “modern insan” kimdir, onu bir tanımlayalım isterim. Eğer bu çağı yaşayan insana “modern insan” diyeceksek; hepimizin de tırnak içinde “modern” diye tanımlanan bu çağda yaşadığını, bir ön kabul olarak önümüze koymamız gerekir. Ne var ki bunun da ötesinde, “modern” kavramına yüklediğimiz anlamlar ve değerler önemlidir.
Malumunuz sosyolojideki toplumsal gelişim dönemleri; ilk insanlar, tarım toplumu, sanayi toplumu ve bilgi toplumu şeklinde seyreder. İlk insanlarda temel güç ve ana sermaye, fiziksel güçtü. Tarım toplumlarındaki temel güç ve egemenlik unsuru ise verimli tarım alanları, yani topraktı. Endüstri devrimiyle başlayan sanayi toplumlarında da şehir hayatı, fabrika, işçi gibi öğeler öne çıktı ve bu dönemin temel gücü sanayi ve makine oldu. 1930’lardan bu yana ise bilgisayarın hayatımıza girmesi ile birlikte “bilgi çağı” dediğimiz bir dönem başladı. Kısacası bilginin temel güç, ana sermaye olduğu bir zamanı solukluyoruz. Tabi bu sosyal gelişim aşamalarının hepsi de insanın hayatını kolaylaştırmak, hızlandırmak içindi ve işlev de görmüştü. Peki yapay zekânın, uzay teknolojisinin hüküm sürdüğü, robotların iş hayatımızda yer almaya başladığı, kısacası her şeyin insanın hayatını kolaylaştırmaya ve hızlandırmaya yöneldiği bugün bizler mutlu muyuz? Hayır, değiliz. Dolayısıyla da, modern insan mutlu değil.
Yeryüzünde bu kadar antidepresana ve ruh sağlığı merkezine ihtiyaç varsa, ruh sağlığı sorunlarımız daha evvel hiçbir dönemde karşılaşmadığımız kadar beden sağlığı problemlerimizin önüne geçmişse; burada ciddi bir sıkıntı, hatta büyük bir kriz var demektir. Hatırlarsanız eskiden ülkemizde ruh sağlığı ile ilgili Elazığ, Manisa, Bakırköy, Gölbaşı gibi belli başlı tedavi merkezleri vardı ve oralara gidildiği de pek dile getirilmezdi. Şimdi ise neredeyse her kentte, her ilçede birkaç tane ruh sağlığı merkezi bulunuyor ve bu noktaların hepsi de yoğun bir mesai yapıyor. Çünkü ruh sağlığımız ciddi bir tehdit altında!
David Riesman’ın yazdığı “Yalnız Kalabalık” kitabında da vurgulandığı üzere; günümüzde son derece yoğun bir iletişim ağı olmasına rağmen, toplumlar ve bireyler oldukça yalnız. Modernite, insanları birarada yaşamaya zorladı ve ekseriyetle metropollerde yaşıyoruz. Dolayısıyla da metrekareye sığdırdığımız insan sayısı oldukça fazlalaştı ancak bu önemli gerçeğe rağmen kalabalıklar içinde yalnızlaştık, gürültünün içinde sessizleştik. Bundan dolayıdır ki; bugün bireyin kendini arama, kendini bilme ihtiyacı her zamankinden daha fazla.
Kitaplarımda ve yayınladığım metinlerde, yıllardır bir insanî krizden bahsederim. İşte “Bugün neden ilaçlardan, ruh sağlığı merkezlerinden destek alarak yönümüzü bulmaya çalışıyoruz?” sorusunun yanıtı da burada gizlidir. Çünkü çok ciddi bir “insanî kriz” içindeyiz! Yeryüzünde su krizi gibi, iklim krizi gibi, zorunlu göçlerden kaynaklanan sosyal krizler ya da ekonomik krizler gibi birçok kriz var. Ancak bu tip krizlerin çok daha ötesinde ve tüm bu krizlere anaçlık eden, doğurgan bir kriz daha var. İşte o da, insanî kriz. Yıpranan insanî değerlerin ve insan olmayı sürdürmedeki başarısızlığın neden olduğu, insan odaklı bir kriz!
Biyolojik anlamda canlılığımızı sürdürüyoruz ancak ruhumuzun, duygularımızın isteklerini aynı oranda karşılayamıyoruz. İşte birey sadece bedenine, fiziğine, madde kısmına kalınca ve ruh tarafının, psikolojik yönün tatmini zayıflayınca; insan bedenin istekleri ile ruhun istekleri arasına sıkışıp kalıyor. Böyle bir canlıya “canlı” deriz de, söylemeye dilim varmıyor ama “insan” diyebilmek için oturup bir düşünmemiz lazımdır! Dünyayı yönetmek isteyen devletler ile neredeyse devletlerden daha büyük güç haline gelen uluslararası şirketler, egemen güçler olarak böyle bir insan profili istiyorlar. Tüketen, tükettikçe var olan, var oldukça tüketme bilincini biraz daha geliştiren, düşünmeye vakti olmayan, sanal alemde yaşayan, sığ ve mekanik bir insan modeli.
Bu durumu Antropolog Grant McCracken, “Diderot Etkisi” kavramı ile dile getirmiştir. Fransız Aydınlanması’nın en önemli filozoflarından biri olmasına, ansiklopedi yazımıyla ünlenmesine rağmen ekonomik yoksunluktan dolayı imkansızlıklar içinde yaşayan ve Rus İmparatoriçesi Büyük Catherine’nin maddî desteği ile hayatı bir anda değişen Diderot; kütüphanesindeki eserler karşılığında edindiği paradan kendisine kırmızı bir sabahlık alınca yaşamı büsbütün altüst olur. Çünkü çekici bir görüntüsü olan sabahlık eski eşyalarla uyum sağlamamış ve tüm eşyaların, baştan sona yenilenmesi gerekmiş; bu da eldeki paranın tükenip eski imkânsızlıkların yeniden yaşanmasına sebep olmuştur. “Eski sabahlığımın mutlak efendisiydim fakat yenisinin kölesi oldum. O eski sabahlıkla yazdığım dönemlerdeki mânâ zenginliğini arıyorum.” diyen Diderot’un bu önemli deneyimi, bugün bize çok şey söylemektedir. Zira yeni bir şey alma ihtiyacı muhakkak bir diğerini alma isteğini tetikler ve bu zincirin sonu hiç gelmez. Çünkü her zaman alınacak yeni bir şey vardır!
İşte bu bitimsiz süreç, hayatımızdaki mânâ değerlerinin aşınmasına neden oluyor. Elbette maddî imkanları elde etmek hayatın yadsınamaz bir gerçeğidir. Ne var ki bu durum, hayatımızdaki mânâ değerlerinin erimesi pahasına gerçekleştirilmemelidir.
İçinde bulunduğumuz insanî kriz; bir yönü ile de, Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisindeki o ilk basamaklarda takılıp kaldığımızı göstermektedir. Daha çok fizyolojik ihtiyaçlar ve güvenlik ihtiyacı ile ilgili basamaklara odaklanılmış ve “sevme”, “ait olma”, “değer bilinci” ile “kendini gerçekleştirme” gibi ihtiyaçlar yeterince karşılanamamıştır. Bir diğer deyişle alt ben (id), ben (ego) ve üst ben (süperego) dediğimiz kişilik katmanları arasında en ilkel olanı, yani içgüdülerimizin yer aldığı en alt katman öne çıkmıştır. Dolayısıyla da modern insandaki yoğun korku duygusunun altında, bu ciddi yoksunluk ve dengesizlik yatmaktadır. Belki korku, hayatta kalmak için belirli bir düzeyde gerekli olan fıtrî bir duygu halidir ancak önemli olan, bu duygunun dozudur. Her şey gibi korkunun fazlası da insanın psikolojik bütünlüğünü ve dengesini ciddi biçimde etkilemektedir. Aynı şekilde belirsizlik hali de insanda yoğun bir endişeye neden olmaktadır ve pandemi sürecinde yaşanan belirsizlikler bu duruma somut bir örnektir.
Bugün hepimiz, panik atak rahatsızlığının çok yoğun görülen bir hastalık halini aldığını biliyoruz. Nedir panik atak? Panik duygusunun irade ile yönetilememesi durumudur. Ruhsal olarak tutunmamız gereken değerlere tutunamadığımızda; yaşanan boşluk halinin bu tarz yaygın durumlara neden olması son derece doğal ve beklentiye uygundur. Kur’an’da “O ipe tutunun!” diyor mesela! İnsan ne zaman bir ipe tutunma ihtiyacı hisseder? Elbette bir boşlukta ya da tehdit altında olduğunda. Peki nerede bu ip? Ortada fiziksel bir ip var mı gerçekten? Hayır. O, içsel olarak tutunacağımız bir değerler alanı çünkü! Dolayısıyla da bugün antidepresanlara düçar olacak denli insanî bir krizin içindeysek, kalabalıkların içinde yapayalnızsak; bizi düzlüğe çıkaracak sağlam bir ipe sarılmamız gerekmektedir. Dahası bu ip öyle bir ip olmalıdır ki; beni benimle, kendi iç zenginliğimle yeniden buluştursun ve hayatıma bir anlam versin...
SORU - Modern insan sizce “ölümlü olduğuna” gerçekten inanıyor mu, yoksa inandığını mı “zan”nediyor? Bu anlamda ölümün hakikatini gerçekten idrak etmek ya da edememek, sizce davranış modellerimize nasıl yansıyor?
“Acımasız Tüketim Kültürü,
Modern İnsana Ölümlü Olduğunu Unutturuyor!”
İçinde bulunduğumuz krizi anlayabilmek bakımından çok önemli bir soru olduğunu düşünüyorum. Zira modern insana, içinde bulunduğumuz “tüketim kültürü” yolu ile ölümlü olduğu unutturuluyor! Bir insanın zihni, doğum ile ölüm arasında geçen zaman dilimini hayatın tek gerçeği olarak görüyorsa; işte bu sınırlı bakış ruh sağlığımıza iyi gelmiyor. Zira insan, doğumun öncesinin ve ölümün sonrasının olduğunu bilmeli ve içselleştirebilmelidir. Örneğin doğum, bebeğin anne karnından çıktığı gün değildir ki! Bunun bir öncesi vardır. Allah’tan somut olan 9 aylık arka planı biliyoruz! Peki ya daha öncesi ne olacak? Buradaki yolculuk, ruhlar alemine kadar gider. Aynı şekilde ölümün ötesi de! Dolayısıyla da insan sadece beş duyu ile algılayabildikleriyle sınırlı kalıp metafizik boyutu hissedemediğinde, ruh sağlığı ciddi bir sıkıntıya girer. Halbuki doğumun öncesini ve ölümün sonrasını düşündüğümüzde; ömür denilen zaman diliminin, bu ikisi arasına sıkışıp kalmış küçücük bir alan olduğunu idrak edebiliriz! Bir kalp atışı mesafesindedir. Kısacası hayat, “ölümden çalınan kısa bir dem”dir...
HAYAT:
ÖLÜMDEN ÇALINAN ZAMAN İşte hayatı sadece bu sınırlı alandan ibaret görmek, bireyi “yabancılaşma” tehlikesiyle karşı karşıya getirir. Psikoloji biliminde “yabancılaşma” çok önemli bir kavramdır. Peki bir insan neden yabancılaşır, neye yabancılaşır? Malumunuz Carl Gustav Jung’ın bu konuda çok önemli çalışmaları vardır. Jung yabancılaşmanın aşamalarından bahsederken; önce bireyin içinde bulunduğu topluma, o toplumun kurallarına, daha sonra da kendisine yabancılaşarak derin bir anlamsızlık duygusuna saplandığını ifade eder. Örneğin intihar teşebbüsünde bulunan insanlar üzerinde yapılan araştırmalar, ekseriyetle “Hayatımın anlamı kalmadı!” cümlesinin öne çıktığını vurgularlar. Bireyin hayatında bir anlam kalmayınca da, ölüm yeni bir anlam arayışı oluverir! Dolayısıyla ölümün ve ölümün hakikatinin, bizim yaşam masamızın üzerinden atıldığını görüyoruz. Oysa ki hayattaki en güçlü korku ölüm korkusudur ve bu korkuyu hayat sahnesinden silmek, yadsımaya çalışmak bize iyi gelmez! Bu durum bizi o korkuya karşı hazırlıklı hale getirmez, bilakis çok daha zorlu bir noktaya savurur. Dahası, bizi kendimize yabancılaştırır.
Oysa, ölüm gerçeğini hayatın içine koymamız gerek! Zira ölümle dost bir yaşamı tercih edebilirsek, ölümü arkadaş edinebilirsek; birçok yanlış davranışımız kendiliğinden kaybolur. Bu anlamda Nietzsche’nin “üst insan” kavramını, “ölümün hakikatini idrak ederek yaşayan olgun insan” şeklinde algılayabiliriz. Moderni geçtik, post-modern yeni dünya düzeninin bizi götürdüğü yer dipsiz bir tüketim kuyusu! Dünya birileri tarafından tek devlete, tek inanca, tek cinsiyete ve tek paraya doğru götürülüyor. Uzun yıllardır danışman olarak içinde bulunduğum tekstil alanından bir örnek verecek olursam; eskiden hem kadın hem erkek için üretilen kıyafetler çok sınırlı bir alanda iken bugün artık tekstil ürünleri “kadınlar”, “erkekler” ve “her ikisi için olanlar” şeklinde tam üçe ayrılıyor. Yani bu “unisex” kategorisi aldı başını gidiyor! “Biz bize benzeriz zaten, ne olacak!” şeklindeki anlayış büyüdü. Sürüklendiğimiz yer böylesi anormal bir yer iken, ölümü hayatın içine yeniden dahil etmemiz ve bu bilinçle yol almamız elzemdir.
SORU - Artan iletişim olanakları ile muhtaç olduğumuz "gerçek iletişim" arasındaki uçuruma ve hatta ters orantıya dair neler söylersiniz?
“Bugün Kolaylıkla Elde Edebildiğimiz ‘Bilgi’nin,
Davranışlarımızı Etkileme Gücü Zayıflamıştır!”
Hakikatte, “bilgi”nin tutum, düşünce ve davranışlarımızı etkilemesi beklenir. İnsanlığın gelişmesi de böyle olmuştur. Ancak dijital çağın artan iletişim olanakları ile “bilgi”, “malumat”, “ileti” birbirine karışmış; “bilgi”nin davranışlarımızı etkileme gücü de zayıflamıştır. Çünkü bugün artık biliyoruz ancak yapmıyoruz! Yani bilgi davranışa dönüşmüyor. Ki zaten bilginin davranışa dönüşmesi de istenmiyor; zira insanın sadece tüketmesi ve yeniden tüketmesi, birileri tarafından yeterli görülüyor. Kürenin egemen güçlerince, insanın sadece bu çizgide konumlanması isteniyor.
Dahası, bugün bilgiden ziyade malumatla, yoğun bir ileti bombardımanı ile iç içe yaşıyoruz. İşte bu, tamamen sanal hayatın içinde yaşadığımızın en somut göstergesidir. Bugün artık, “hakikat”in “Hakk”tan geldiğini bile unuttuk! Kaldı ki kendisi ile iletişimi sorunlu olan, kendi hakikatinden uzaklaşmış, kendisiyle barışı bozulmuş bir insan; çevresiyle sağlıklı bir iletişim kuramaz.
SORU - Yabancı dillere de çevrilen “İnsanî Derinlik” isimli kitabınızda “aile”yi “yuva” haline getirebilmek için sunduğunuz pratik çözüm önerileri nelerdir?
“Aileye Aslî Misyonunu Yeniden Kazandırmalıyız!”
“İnsan” kelimesi malumunuz “üns” kökünden, “ünsiyet”ten, bağ kurmadan gelen bir ifadedir. Dolayısıyla da insanın fıtratında “bağlanma ihtiyacı” vardır. Şimdiye kadar konuşmuş olduğumuz, insanın kendi öz varlığına ve öz değerlerine yabancılaşma sürecinde, şüphesiz ki “aile”nin son derece önemli bir yeri vardır. Ne var ki artık “birliktelik” olgusunun yerini “bir aradalık” alıyor ve aile aslî yapısını yitiriyor.
Bundan yaklaşık yirmi beş yıl kadar önce, İngiltere’de devlet bursu ile post-doktora yapmıştım. Bu eğitimi sürdürdüğüm zaman dilimi içinde aile yanında kalmıştım ve o zamanki gözlemlerim beni dehşete düşürmüştü. Hatta o sıralar yazı yazdığım Hürriyet Gazetesi’nde, “Burada aile kalmamış!” tarzında bir köşe yazısı da kaleme almıştım. Zira İngiltere’de her dört aileden üçü dağılmış ailedir. Yazık ki bu durum, artık Doğu toplumlarının da temel bir meselesi haline gelmeye başladı. Ailenin yapıcı, uzlaştırıcı, kaynaştırıcı özelliği yavaş yavaş ortadan kalkıyor ve aile olmak için değil, olmamak için türlü sebepler üretiliyor. Bu çaba da, güya bireyi daha özgür bir hale getirmek için sergileniyor. İşte bütün bunlar, durmadan gönül dağımızdan taşların düşmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla da pratik olarak sunulacak çıkış önerisi, aileye aslî misyonunu yeniden kazandırmaktır. Yuvayı yuva kılan sıcaklık, aile bireylerinin birbirine olan ilgisi ve alakasıdır. Kaldı ki aile, kendimizi bilme ihtiyacının temellerinin atıldığı yerdir.
Bakınız; aile bireyleri, pandemi ile birlikte birbirleriyle uzun süre geçirmeye başladılar ve genelin üzerinde seyreden iletişim süresinden dolayı “ilişki yaşlanması” dediğimiz bir durum ortaya çıktı. Peki uzun süre bir arada olma durumu, aileyi aile yapar mı acaba? Elbette ki hayır. Zira gerçek birliktelik, bir arada geçirilen zamanın artması değildir. Birlikte kaliteli bir zaman geçirebilmektir. Sonuçta otobüste de birileri ile yan yana yol alıyoruz ama bu, “birliktelik” anlamına gelmiyor! Aile; kişisel olarak birbirimizle ilgilendiğimiz, birbirimizin açık ve kapalı davranışlarını değerlendirdiğimiz, birbirimizi denetlediğimiz, birbirimizi geliştirdiğimiz, ortak değerleri paylaştığımız bir zemindir.
Örneğin hane bireyleri zaman zaman bir masa etrafında toplanıp bazı şeyleri konuşmalıdır. Orada anne ve babanın bütünlük arz ederek aileye liderlik ettiği bir atmosfer yaşanmalıdır, birçok konu rahatlıkla masaya yatırılabilmelidir. Böylelikle de çocuk demokrasiyi evvela ailede tanımalıdır. Ailenin meselelerinin açıklıkla konuşulabilmesi, bireylere “aidiyet duygusu” kazandırır. Aile, maddî ihtiyaçların ötesinde mânâ ihtiyaçlarının karşılandığı yegane yerdir. Bu ihtiyaçları karşılayabileceğimiz başka bir yer kalmadığı için de aileye var gücümüzle sahip çıkmak durumundayız.
Eskiden medrese, mektep ve tekke yan yana idi. Medresede hem aklî hem naklî ilimler verilir, mektepte pozitif bilimler aktarılır, tekkede de manevî ilimler sunulurdu. Böylece bütüncül bir eğitim ortaya çıkar, talebe bütünün bilgisini alırdı. Şimdi bunlara pek imkan olmadığına göre, mümkün mertebe aile, bu boşluğu doldurmaya çalışmalıdır. Aile bu hususu iş edinmeli, anne baba bu konuya zaman ayırıp düşünmelidir. “Aile bireylerinin kariyer planları nereye doğru gidiyor?”, dahası “Çocuklar meslek sahibi oluyorlar da, acaba insan olmanın neresindeler?” gibi temel sorulara yanıt aranmalıdır.
Aile hâl diliyle, örnek olarak öğretir. Dolayısıyla da “sosyal öğrenme”, evvela ailede gerçekleşir. Bugün ise çocuk, aileden öğrenilmiş davranış olarak şiddeti alıyor. Ayrıca yaygın şekilde kullanılan sosyal değil “asosyal medya” da hazlara odaklanıyor ve şiddet olgusunu gittikçe kuvvetlendiriyor! Dolayısıyla aile böylesi bir zeminde, ilgi alaka noktasına var gücüyle odaklanmak durumundadır. Çağın getirdiği tüm zorluklara rağmen buna inanmalı ve gayret sarf etmeliyiz. Yaptığı heykelin birgün canlanacağına kuvvetli şekilde inanan ve inandığının gerçekleştiğine şahit olan meşhur heykeltıraş hikayesini hatırlamalı; bu hikayeden kaynak alan “Pygmalion Etkisi”den hareketle, yüksek beklentilerin ve inançların gelişmiş performanslara yol açtığının bilinciyle olumsuzluklara ve zorluklara rağmen yürümeliyiz...
SORU - Günümüzde neredeyse bir sektör halini alan kişisel gelişim zemininin, “biz” alanını var ederek mutmain olmaktan ziyade “ben” alanını kuvvetlendiren çözüm önerilerine yönelerek bencilce bir perspektife indirgendiğini gözlemliyoruz? Bu doğru bir yöntem midir ve sizce “gerçek kişisel gelişim” nedir?
“Kişisel Gelişim Olgusu,
Günümüzde Çok Yanlış Algılanıyor!”
Sürüklendiğimiz noktayı idrak bakımından, bunun da çok önemli bir soru olduğunu düşünüyorum. İfade ettiğiniz konuyu; Almancası ve İngilizcesi yayınlanan, Rusçası baskı sürecinde ve Arapçası da çeviri aşamasında olan “İnsanî Derinlik” isimli kitabımda kapsamlı olarak işlemiştim. Zira bu konuyu son derece önemli buluyorum ve hem yayınlarımda hem de medyadaki paylaşımlarımda “kişisel gelişim” hususunun çok yanlış bir biçimde algılandığını vurgulamaya gayret gösteriyorum. Tabi bu alandan beslenen ciddi bir kesim olduğu için, zaman zaman bu beyanlarımdan ötürü ciddi kavgalar vermek durumunda da kalıyorum.
Kişisel gelişim, “Haydi aslanım! Sen yaparsın! İçindeki devi uyandır! Bir gecede 100 bin Dolar kazanabilirsin!” tarzında süslü söylemlere indirgendi. Son dönemde bu alanda, hep bu tarz kitaplar çıktı. Hatta o kadar ki, sağdan soldan toplanan derleme bilgilerle herkesin iki üç kitabı oluverdi! Herkesin yaptığı yayına saygı duymakla birlikte, yazmanın ciddi bir araştırma ve yanma işi olduğunu unutmamamız gerekir diye düşünüyorum. Yanmadan yazılmaz. Her bir cümlenin, hatta her bir kelimenin hakkını verebilmek için ciddi bir üretim ve sorgulama esastır. Ne var ki biz bu anlayışı bir tarafa bıraktık ve kişisel gelişim zemini merkez benliğin, egonun oturtulduğu, “Egoyu daha fazla nasıl şahlandırabiliriz?” noktasına doğru seyreden tehlikeli bir moda halini aldı. “Yoga ya da meditasyon eğitimleri yapacaksınız ve bir süre sonra ereceksiniz!” şeklinde bir algı yayılmaya başladı ancak böyle erilmez! Zira başkasının kaygısını, başkasının derdini, başkasının sıkıntısını gönlünüzde hissetmediğiniz sürece olgunlaşmanız ya da kâmil insan, üst insan, kemalat sahibi insan, güzel insan, iyi insan gibi ifadelerle vurgulanan düzeye erişebilmeniz mümkün değildir. Bu çok nettir. Dolayısıyla da gerçek kendini geliştirme, “ben” değil “biz” duygusunu kazanabilmekten geçer.
“İnsan ne ile yaşar?”, “Ne için yaşar?” sorularını soran Tolstoy; tam da bundan dolayı bu temel soruları “Öteki için yaşar!” şeklinde yanıtlamıştır. Kendisinin bu isimdeki meşhur kitabını hepimiz biliriz. Ayrıca bu soruya Platon “Erdem için yaşar!”, Aristo “Akıl için yaşar!”, Farabi “Kalp için, gönül için yaşar!”, İbn-i Arabî “Aşk için yaşar!” şeklinde farklı yanıtlar vermişlerdir. Ne var ki tüm bu yanıtların toplamında ve aşkın temelinde de bir başkası için yanmak, bir diğeri için faydalı şeyler yapabilmek vardır. Kısacası ben geliştikçe başkaları için ürettiklerim artıyor ise, bu sağlıklı bir durumdur. Ancak ben geliştikçe süreç sadece bana fayda sağlıyorsa, bu doğru bir kişisel gelişim değildir. Bu sürecin gerçek bir sağlamasını yapabilmek için, kendimize hayatımızın merkezinde neyin olduğunu sormamız ve bunu dürüstçe yanıtlamamız gerekir. Hayatımızın merkezinde paranın temsil ettiği maddî değerler olabilir, kariyer olabilir, siyaset olabilir, şöhret olabilir, bilgi ya da bilimsel arayış olabilir, inanç-din ve ahlak olabilir. Tabi bunların çoğu birden zaten hayatımızda mevcuttur ancak önemli olan, ağırlığın hangisinde olduğudur. Örneğin İlhami Fındıkçı denildiği zaman acaba hangisi daha baskın geliyor, öne çıkıyor? Bu konuda yapılan araştırmalar, yazık ki hayatımızın merkezinde maddî değerlerin olduğunu ve bizi bunların yönettiğini gösteriyor. Dolayısıyla da herbirimizin neye talip olduğunu kendine sorması gerekiyor. Zira neye talipseniz ona yönelirsiniz. Ve insan, talip olduklarıyla vardır…
SORU - Bir başkası için iyilikte bulunmanın manevî hazzı ile gerçek "şifalanma" arasındaki ilişkiyi nasıl ifade edersiniz? Kendi alanı dışındaki varlıklar için bir şeyler yapmak, insana ne kazandırır?
“Başkaları İçin Bir Şeyler Yapabilmenin Manevî Hazzı, Daimi Şifadır...”
Öncelikle insanın kendisi dışında biri ya da birileri için bir şeyler yapmasının hazzı, kendi için bir şeyler yapmasının verdiği hazdan çok daha yüksektir. Dahası, daimi bir şifadır. Hatta bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar da bunu doğrulamaktadır.
Meşhur olan deneylerden birinde; iki ayrı gruba belirli bir miktarda para verilmiş ve ilk gruba bu parayı kendileri için harcamaları, ikinci gruba da söz konusu parayı başkaları için harcamaları söylenmiş! Sonunda ise, başkaları için harcama yapan grubun yaşadığı ruhsal tatminin ve yaşama sevincinin çok daha kalıcı olduğu görülmüş. Kısacası belki insan kendi için bir şeyler yaptığında anlık yüksek coşkular yaşayabilir ama asıl manevî tatmin, başkaları için bir şeyler yapabilmekte gizlidir. Zaten insan olmanın gereği de, doğası da budur.
SORU - Günümüzde “özgüven” kavramının pragmatik ve ben-merkezci bir zemine oturtulduğunu, bu şekilde algılandığını müşahede ediyoruz. Sizce gerçek özgüvenin kaynağı nedir? Özgüven sahibi bir insanın temel davranış modelleri ne şekilde seyreder?
“Aile, Bireydeki Özgüven Potansiyelinin
Kuvveden Fiile Geçmesindeki Asıl Lokomotiftir.”
Kapsamlı bir makalenin konusu olabilecek bu değerli sorunun yanıtına, psikoloji biliminin “özgüven” tanımı ile başlayalım. Bu çerçevede özgüven; kişinin kişilik düzleminde, kendi zihinsel ve duygusal yapısı bakımından bir bütünü elde etmesidir. İnsanlar bir davranışta bulunurken ya iç motivasyonla ya da dış motivasyonla hareket ederler. Bu durum, kişilik yapısına göre de farklılık arz eder. Örneğin bazı çocuklara şeker vermediğiniz sürece görevlerini yerine getirmezler. Bir şeker verirsiniz, bir iş yaptırırsınız. İşte bu, dış motivasyondur. Bazı çocuklar ise siz o şekeri vermeden de görevini yerine getirir.
Konuya yetişkin düzeyinde baktığımızda, trafikteki ceza sistemini örnek olarak inceleyebiliriz. Zira bazı sürücüler ceza sebebiyle kurallara uyarken, bazıları yaptırım boyutunu düşünmeden de gereklilikleri yerine getirebilirler. Dolayısıyla bu iç ve dış motivasyon noktasında kişilerin tabir yerinde ise iç polislerinin gücü, yani gerekliliklere kendi iradeleri ile uymaları özgüvenden kaynaklanır. Bu tür davranış modelleri için bir irade ve değer eğitimi gereklidir.
Özgüvenin oluşabilmesinde iki temel faktör vardır. Bunlardan ilki, doğuştan getirdiğimiz yatkınlıklarımızdır. Bu yatkınlıkların da bir yönü biyolojik genetiğe; diğer bir yönü de “x faktörü” diye anılan ve yaratıcının herkesteki biricikliği oluşturmak üzere bahşettiği, kişiye özel genetiğe dayanır. Bireyin, bu verilmiş mevcuda yönelik bir müdahalede bulunma imkanı yoktur. Ancak “çevre ve eğitim” şeklinde tanımlanan diğer alan, özgüven gelişiminde oldukça önemli bir yer tutar. Zira ailevî ve toplumsal etkiler, bu kategoride yer alır. Dahası, verilmiş ham potansiyelin ortaya çıkması ya da çıkamaması tamamen bu alana bağlıdır. Dolayısıyla da sağlıklı bir özgüven gelişimi için çocuğun yaşadığı ortam fevkalade önemlidir. Eğer bir çocuk sürekli baskı ve şiddet ortamında büyüdü ise ondan özgüvenli bir insan olmasını beklemek oldukça zordur.
Psikolog ve akademisyen L. Kohlberg’in “Ahlak Gelişimi Teorisi”nde ailenin özgüven gelişimindeki rolüne geniş bir yer verilir ve çocuğun büyüdüğü ortama vurgu yapılır. Zira aile, bireydeki özgüven potansiyelinin kuvveden fiile geçmesindeki asıl lokomotiftir.
SORU - Manevî yaşamın getirisi olan "ibadetler" ile "psikolojik rehabilitasyon" arasında doğrudan bir ilişki var mıdır? Varsa bu ilişkinin bilimsel arka planına yönelik neler söylersiniz?
“İnsan, İnanma İhtiyacı Karşılandığında
Çok Daha Güçlü Bir Yapı Sergiler!”
Bu soru da yine insanî gelişimimiz bakımından oldukça önemli bir soru. İnsanın inanma ihtiyacı vardır ve bu ihtiyaç, en temel bireysel ihtiyaçlardan biridir. Kaldı ki ilk insanlardan bu yana inanç ve din konusu, farklı farklı şekillerde de olsa hep hayatımızda olmuştur. Bu tarihi seyir de yine, inanmanın en temel ihtiyaçlardan biri olduğunu doğrulamaktadır.
Bugün yurtdışında yapılan birçok bilimsel araştırma, gençlerin bağlanma yönelimlerinin ve bir şeye inanma ihtiyaçlarının arttığını göstermektedir. Hatta dünya olarak deneyimlediğimiz pandemi sürecinin psikolojik boyutu da, bu noktadaki ihtiyacın somut bir göstergesi olmuştur. Zira virüsün somut boyutu birkaç yıl içinde çözüme kavuşsa bile; psikolojik pandeminin yarattığı bireysel ve toplumsal travma, zannederim bir 15-20 yıl kadar daha devam edecektir. Çünkü insan zihninde artık bu alan ile ilgili bir takıntı, obsesif yönelimler baş gösterecektir. Peki neden? “Yeniden bir belirsizlik olabilir mi?”, “Yeniden bir pandemi yaşanabilir mi?” kaygısıyla! Dolayısıyla da bu tarz belirsizlik durumları ile mücadelede manevî güç son derece önemlidir.
Örneğin Batı’da kanserli hastalar üzerinde yapılan araştırmalarda, kiliseye giderek manevî görevlerini yerine getiren hastalar ile böyle bir alışkanlığı olmayan hastalar mukayese edilmiş! Sonuçta ise kendini yüce bir güce bağlı hisseden ve dini ritüellerini yerine getirenlerin, hastalıkla mücadelede daha başarılı bir grafik sergiledikleri görülmüş. Demek ki inanma ihtiyacımız karşılandığında daha güçlü ve mücadeleci bir yapıya, hatta fizyolojiye sahip olabiliyoruz.
SORU - Eğitmen ve aile uzmanı Stephen R. Covey; 1989 yılında yazdığı “Etkili İnsanların 7 Alışkanlığı” kitabında, insanın tıpkı arabanın dört tekeri gibi “bedensel”, “zihinsel”, “ruhsal” ve “sosyal” gıdayı dengeli bir biçimde alması gerektiğini vurguluyor. Sizce bu dört temel gıdayı dengeli alabilmenin yolu, metodolojisi nedir?
“Fiziksel, Bedensel, Ruhsal ve Sosyal Gıdanın Dengesi İçin;
Bütüncül Bir Gelişim Süreci Elzemdir.”
Üzerinde uzun uzadıya konuşulması gereken bu dengeyi bir iki cümle ile özetlemeye çalışırsak, “bütünsel gelişim” meselesine odaklanmamız gerekir. Sağlıklı olan, bireyin bütün yaşam alanlarında birden bütüncül şekilde gelişmesidir. Ancak ne yazıktır ki bugün bu bütünsel gelişimden oldukça uzağız! Metropoldeki hayatlarımızdan daha fıtrî, doğaya ve doğal mücadeleye yakın bir hayat yaşayan köy çocuklarına baktığımızda ise; esasen onların daha bütüncül bir gelişim sergileyebildiklerini görüyoruz. Örneğin köyde 8 yaşındaki bir çocuk, eline aldığı bir çubukla hayvanları otlatmaya götürme sorumluluğunu üzerine alabiliyor! Bölge şartlarında araziyle, ekimle biçimle, hayvanlarla, envai çeşit bitkilerle, derelerle, göletlerle, yerle gökle haşır neşir olarak yerle göğün arasındaki insanın sonsuzluktaki yerini gören bu çocuk; farkında olmaksızın bütüncül bir idrakla büyüyor. Şehir hayatındaki çocuk ise bedensel anlamda çalışan bir konumda değil ve haliyle de söz konusu bütüncül idrakten ekseriyetle mahrum kalıyor.
Köydeki çocuk, komşunun ölen hayvanı için köylüler tarafından imece usulü ile gerçekleştirilen desteği görerek sosyalleşir ve varlığındaki biz duygusu pekişir; bencillikten kurtulur. Çünkü sorunların ortaklaşa olarak çözüldüğünü müşahede eder ve bu durum ondaki birlik duygusunu kuvvetlendirir. Haliyle de doğadaki çocuk, bedenen çalışmanın ve sosyal hayatı gözlemlemenin artıları ile tanışır. Örneğin köy yerlerinde, çok fazla kilolu çocuk göremezsiniz! Zira çocuklar devamlı olarak aktiftir, hareket halindedir. Zihinsel ve ruhsal gelişimi de, o tabî ortamın içerisinde ister istemez pozitif bir boyut kazanır. Elbette bu noktada, “Köylere dönelim ve çocuklarımızı köylerde yetiştirelim!” demiyoruz. Zira bu, şöylesi bir akışın orta yerinde hiç de gerçekçi olmaz. Ancak şehir hayatını da böylesi bütüncül bir bakışı edinebilmek için uygun hale getirebiliriz. Bunu, çocuklarımızın sağlıklı gelişimi için yapmak durumundayız!
Çocuğun bütünsel olarak gelişmesi ve hem bedensel, hem zihinsel, hem ruhsal, hem de sosyal gıdayı birlikte alması gerekmektedir. Yani yaşam, bu dengeli gelişim için uygun bir hale getirilmelidir. Örneğin evdeki binanın önünde ya da bahçede bedensel aktiviteler yapmaya herhangi bir mani yoktur. Spor her yerde, her şekilde yapılabilir. Aynı şekilde çocuğun zihinsel gıdası için de uygun egzersizler tertip edilebilir. Şehirde yaşayan çocuk ve gençlerin bütünsel gelişimleri için imkanlar dahilinde sık sık doğal ortamlara, köylere götürülmeleri; şehrin doğal güzelliklerini, tarihi yerlerini, müzelerini, mezarlıklarını gezmeleri faydalı olacaktır. Çocuk ve gençler, şehrin yerin altındaki ve üstündeki zenginlikleriyle gelişmelidir. Kendi tarihini, örfünü, kültürünü bilmeli; aynı zamanda bilimin de peşinde olmalıdır. Zira bunu biz yapmazsak; internet yolu ile, film ve diziler yolu ile başkaları bildikleri gibi yapıyor. Hem de son derece zararlı bir şekilde...
SORU - Kurucusu ve yöneticisi olduğunuz vakfa isim olarak da seçtiğiniz “değer” kavramının özünü sizden dinleyebilir miyiz? “Değer” ve “değer bilinci” nedir? Günümüz insanı bu noktada nasıl bir değer algısı içindedir?
“Değerler Erozyonu Bugün Sadece Batı’da Değil,
Doğu Toplumlarında da Ciddi Bir Boyuttadır.”
“Değer” kavramı son derece önemli bir kavram olduğu için, ailelere ve özellikle de aile şirketlerine danışmanlık hizmeti verdiğimiz kuruluşumuza “Değer Danışmanlık” adını verdik ve ailelerde “değer bilinci”nin yeniden farkedilmesi noktasına yoğunlaştık. Öte yandan kurmuş olduğumuz eğitim vakfına da yine “Değer Eğitim Vakfı” adını vererek “değer” kavramına dikkat çekmeye çalıştık. Bu yapılara özellikle bu ismi vermek istedik, çünkü tüm dünyada ve yazık ki bizim toplumumuzda da yavaş yavaş bir değersizliğin baş gösterdiğini müşahede ediyoruz. Gerçi bu tarz bir değer erozyonu baz alındığında ülkemizin dünya ile kıyasla çok daha iyi bir noktada olduğunu söylemeliyiz.
Örneğin Apollon Tapınağı’nın girişinde yazan “Kendini bil!” cümlesi, İslam anlayışı tarafından “Kendini bil ama seni var edeni bilmek için bil!” idrakı ile çok güzel bir biçimde tamamlanmıştır. Hakeza “Nefsini bilen Rabbini bilir!” şeklindeki tasavvufî söylem de bu anlayışın bir parçasıdır. Zaten Doğu toplumları ile Batı toplumları arasıdaki temel fark da budur.
Mantık kökenli Batı toplumu, bu cümlenin ilk kısmında tıkanıp kalmış ve devamını bir türlü getirememiştir. Tabi Batı toplumunun bu eksikliğini dile getirmekle birlikte, bugün Doğu toplumlarının çok iyi bir noktada olduğunu söylemek de mümkün değildir. Batı’da en azından somut kurallar dizininden ibaret mantıksal bir boyut mevcuttur ve korunmaktadır. Doğu’da ise hem o eksiktir, hem de ciddi bir değerler erozyonu burada da baş göstermiştir. Aliya İzzetbegoviç’in de son derece güzel sözlerle ifade ettiği gibi, “arada kalmışlık” ve “kaygı” son derece yüksektir. Dolayısıyla da bizim “değer” kavramı üzerinden dikkat çekmek istediğimiz husus, kendi öz değerlerimize yeniden dönüş zaruretimizi hatırlatmak noktasındadır. Zira kendimizi bilme ve hayata bir anlam yükleme derdi ile dertli olmak, bunu da mümkün olduğunca davranışa dönüştürmek durumundayız.
SORU - Kur’an-ı Şerif’te “akleden kalp” olarak geçen mekanizma ile “zihinsel” ve “duygusal” zekânın dışında son on beş yılın bir keşfi olduğunu vurguladığınız “moral/etik zekâ” (ahlâkî zekâ) arasında bir bağlantı olabilir mi?
Sizce Kur’an’ın bize sürekli olarak salık verdiği ve “Hiç akletmez misiniz?”, “Ne kadar az düşünüyorsunuz!” şeklinde vurgularla dikkat çektiği “akletme” ya da “düşünme” ne tür bir durumdur? “Akleden kalp” kavramından hareketle bu düşünmenin ya da akletmenin düz, mental, zihin odaklı kuru bir düşünme olmadığını söyleyebilir miyiz?
“Akleden Kalp, ‘Akl-ı Küllî’dir
ve Küllî Olana Ancak Onun Üzerinden Gidilir...”
Yine bir kitabın konusu olabilecek denli önemli bir soru ile muhatap olmaktan son derece memnunum. Bunlar gerçekten de kıymetli sorular...
Kişinin mantık kökenli zekâ düzeyi, malumunuz bugün IQ değeri ile ölçülebilmekte ve buna da “Intelligence Quotient” denilmektedir. Bu ölçülen değer, kişinin soyut zekâ kapasitesidir ve bu zekâ türü mantık kökenli, mekanik ve keskin zekâdır. Bireyin kendini ifade edebilme, duygu ve düşüncelerini aktarabilme yeteneğine bağlı olan iletişimsel zekâ düzeyi ise EQ değeri üzerinden ölçülür ve buna da “Emotional Quotient” adı verilir. Bu zekâ türü ise duygu kökenlidir; kendimizi ifade, hitabet ve iletişim becerilerimizi yansıtır. Tabir yerinde ise “mantıksal zekâ” zihnimizde, “duygusal zekâ” ise dilimizdedir.
2005 yılından bu yana, yaklaşık bir 15 yıldır ise bilim dünyasında MQ adı verilen ve moral-etik kapasiteye dayanan yeni bir zekâ türü konuşuluyor. Açıkçası bu MQ meselesinin zihinlere yerleşmesi sürecinde, ulusal ve uluslararası literatürde bizim de oldukça yoğun bir gayretimiz ve desteğimiz oldu. Hatta 2009 yılında kaleme aldığımız “Bir Gönül Yolculuğu – Hizmetkar Liderlik” isimli kapsamlı çalışmamızda “liderlik” ile “zeka türleri” arasındaki yakın ilişkiyi irdeledik ve o dönem başbakanlık görevini yürüten Sayın Cumhurbaşkanımız da bu çalışma ile yakından ilgilendiler.
İşte bu çalışmada “moral zekâ” anlamına gelen MQ değerini uzun uzun işledim ve tarihe geçen büyük liderlerin ortak özelliklerinden birinin de MQ noktasındaki gelişmişlikleri olduğuna dikkat çekmeye çalıştım. Evet başarılı liderlerin soyut zekâları da duygusal zekâları da yüksektir, bu değerler de önemlidir ancak asıl belirleyici nokta, onların moral zekâ düzeylerinin yüksekliğidir. Zira moral zekâ, diğer zekâ düzeylerinin ne şekilde kullanılacağını belirler.
Moral zekâ, kalptedir ve insanın ahlak odaklı etik zekâsı; “bir öteki için çalışan” zekâ türüdür. Bir insan bir matematik problemini diğerlerine göre çok daha hızlı çözebilir, çünkü soyut matematiksel zekâsı yüksektir. Ya da çözdüğü matematik problemini hangi yöntemlerle çözüme kavuşturduğunu güzel bir biçimde ifade edebilir, çünkü duygusal zekâsı yüksektir. Şimdi düşünelim, bu iki özelliğin de yüksekliği neye yarar? Örneğin atomu yaptık da, bugün atom bombası insanları öldürmek için kullanılıyor! Soyut zekâ ile atomu bulmak ya da duygusal zekâ ile bu buluşu en iyi biçimde aktarmak elbette önemlidir. Ancak atomun ne amaçla ve niçin kullanılacağını belirleyen, “moral zekâ”dır. Bu noktada moral zekâ etkili olmadığı için, yahut moral zekânın etkili olması istenmediğinden; söz konusu buluş, diğer insanların hayrına değil zararına kullanılır oldu. İşte tam da burada; bunun bize ne kazandırdığına, ne kaybettirdiğine bakmalıyız? Sonuç olarak insanlara zarar verdi. İşte MQ değeri ile ölçülen “ahlâkî zekâ” bunu önlüyor! Çünkü bu zekâ, diğer insanların faydasını temel kabul eden etik bir zekâ. Bu üç zekâ türü de her insanda mevcuttur ancak genellikle bir tanesi baskındır ve bu zekâ türlerinin oranları kişiden kişiye değişiklik göstermektedir.
Bugün özellikle iş dünyasında talep edilen, arzulanan, aranan zekâ; genellikle mantık kökenli zekâdır. İkinci sırada ise iletişim becerilerine dayanan duygusal zekâ gelir. Moral zekâ ise maalesef günümüzde pek önemsenmemektedir. Ne var ki bu zekâ türü, insanlığın ve toplumların sağlıklı gelişimi için hayatî öneme haizdir ve mutlaka geliştirilmelidir. Batı dünyası aslında mantık kökenli bir bakışla işin içinden çıkamayacağını anladı ve “değerler eğitimi” adını verdiği, esasen kuru bir eğitim programı icat etti. Biliyorsunuz bu program bizim ülkemizde de müfredatlara girdi. Değerler eğitimi vermek elbette ki kötü değil, faydalı bir şey ancak burada unutulan çok önemli bir şey var! Değer bilinci, bunun teorik bilgisini vermekle kazanılmaz. Kaynağına ineceksiniz, o bilinci yaşayacaksınız ve bunu davranışa dönüştüreceksiniz. Değerler eğitimi veren bir eğitimci değersiz bir davranış sergiliyor ise çocuk hangisine uyacaktır? Gayet doğaldır ki; sosyal öğrenme kuramı çerçevesinde, o eğitimcinin söylediğini ya da aktardığını değil eylediğini, davranış olarak sergilediğini modelleyecektir! Dolayısıyla da bu üç farklı zekâ türü son derece önemlidir, üçü de dengeli şekilde geliştirilmelidir. Ama “küllî bakışı ve ötekini önemseyen moral zekâ”ya öncelik verilmelidir.
Bakınız; moral zekâ dediğimiz zekâ türü keşfedileli daha 15 yıl oldu ama Doğu toplumlarının önemli isimlerinden biri olan Gazzalî’nin “Aklın Seviyeleri” şeklindeki tespiti, yüzyıllar öncesine dayanıyor. “Akl-ı Mâişet” (IQ), pratik akıldır. “Akl-ı Cüz’î” (EQ) görünenlerin arkasındakini sorgulamaya ve aktarmaya dayalı bir zekâ türüdür. “Akl-ı Küllî” (MQ) ise tüm kevniyata yaratıcının ruhu ile bakan akıldır. Bu iki kategori birbiri ile son derece girifttir ve birbirini besler.
Bugünün insanı sadece pratik akılla bütün işleri çözebileceğini düşünmektedir ancak bize akl-ı cüz’î bile yetmez, akl-ı küllî lazımdır. Aklın aklı olamayacağına göre burada “kalbin akletmesi” söz konusudur ve Kur’an da bunu bize “akleden kalp” ifadesi ile gayet net söylemiştir. Arka planı vicdan olan akleden kalbin diğer insanlar için bir kötülük üretmesi mümkün müdür? Hayır değildir. İnsanı yabancılaşma tehdidinden kurtaracak olan akıl seviyesi, akl-ı küllî dediğimiz, kalbimizin akletmesidir.
Peki neden kalp aklediyor? Bizim için mi? Hayır. Çünkü “kalpte taht kuran” var! Taht kuranın yardımı ve desteği ile akledersek; o zaman küllî olana, onun üzerinden gideriz. Yoksa bizde bir şey yok! Ancak insan nefsini bilirse, işte o zaman bütün bir aleme hakim olabilecek vizyonu kendinde bulur...