Kurumların cinsiyetçi yapısını incelemek, eşitsizliğin yeniden üretim mekanizmalarını görebilmemiz ve çözüm üretebilmemiz açısından önemlidir. Akademi de bu çerçevede incelenmesi ve değerlendirilmesi gereken kurumlardan biridir. Bu nedenle Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ahu Sumbas ile akademide cinsiyetçi yapının nedenlerini, örneklerini ve bu eşitsizliğe karşı geliştirilen çözüm mekanizmalarını konuştuk.
Akademinin cinsiyetçi yapısı incelenirken sizce odaklanılması gereken nedenler nelerdir?
Akademide cinsiyetçiliğin nedenlerini incelerken iki konuya değinmek gerekmektedir. Bunlardan birincisi akademi, toplumsal kimliklerimizden bağımsız bir şekilde bulunduğumuz bir yer değil. Dolayısıyla bu durum cinsiyet ilişkilerinin akademide de devam etmesine neden olmakta. Yani patriarka diyebileceğimiz erkeğin otoritesine bağlı oluşturulmuş toplumsal düzen bunun temel nedeni. İkincisi ise akademinin otorite odaklı bir yapısının olmasıdır. Her ne kadar akademi pek çok meseleden azade gibi bir illüzyonla tahayyül edilse de aslında öyle bir yer değil. Akademi, belki ordudan sonra hiyerarşinin en hakim olduğu kurumlardan bir tanesi. Bu sadece Türkiye özelinde değil; dünya özelinde de böyle. Çünkü siz belli akademik unvanlara sahip olduğunuz, bu unvanlarla ürettiğiniz ve bir şekilde bulunduğunuz akademik ortamda birilerinin sizi onayladığı bir sistem ile ilerliyorsunuz. Bu unvanları kazanmak ve akademik faaliyetleriniz elbette ki sizin kişisel başarınız. Fakat kişisel başarılarınız bir şekilde birilerinin, örneğin jürilerin, danışmanların, bölüm idarecilerinin onayına ve her zaman da gözetimine bağlı olarak sürüyor. Ayrıca akademik unvanınız ve kazanımlarınız sizin yaşamınızı da devam ettirmenizi sağlayan kişisel kariyeriniz. Diğer bir deyişle, çoğu zaman yaşamınızı sürdürdüğünüz, parasal geliri elde ettiğiniz, bütün kariyer planlarınızı kurguladığınız ve belli bir yaştan sonra da bunu değiştirmesi zor bir alan. Bu durum,var olan hiyerarşi ve otorite ilişkisini ve bunun yaratacağı çeşitli sömürü ve baskı ilişkilerini daha da keskin hale getirebiliyor.
Onun dışında bir de akademik, yani bilgi hiyerarşisinden bahsetmek önemli. Bu durum, profesör, doçent, araştırma görevlisi, doktora öğrencisi, lisans düzeyindeki öğrenciler açısından bilginin gücüne dayalı bir hiyerarşi yaratıyor. En alttan en yukarı doğru çıkarken tamamen bir otorite ve hiyerarşiye dayalı bir sistemden bahsediyoruz. Dolayısıyla akademideki cinsiyetçiliğin nedenlerini, bir tek toplumsal kalıplara bağlı cinsiyetçilik açısından değil; unvan açısından da düşünmek gerekir.
Türkiye’de akademisyenlerin cinsiyet dağılımına baktığımızda yaklaşık olarak %45 oranında kadın akademisyenlerin olduğunu görüyoruz. Fakat unvan hiyerarşisi artıkça kadın akademisyenlerin oranında bir düşüş de görülmekte. Bununla birlikte idari pozisyonlardaki cinsiyet dağılımı oranlarına baktığımızda da kadın akademisyen sayılarının oldukça az olduğunu görüyoruz. Bunun nedenlerini nasıl değerlendirebilirsiniz?
Dünya ortalamasına baktığımızda Türkiye, kadın akademisyen sayısının fazla olduğu ülkelerden birisi. %45 oranı, eşitlik politikalarında en çok tercih edilen parite oranlarına yakın bir sayı. Fakat bu oranın yüksekliği akademide cinsiyetçiliği azaltıyor mu sorusu önemli kanımca. Azaltmadığı da ortada. Bu nedenle, bu oranların yüksek olmasının nedenlerine ve nasıl yüksek olduğunu anlamak lazım öncelikle. Bunun birinci nedeni, pek çok insanın zihninde, akademiyi yeni nesilleri yetiştirme misyonuna sahip eğitim odaklı bir meslek grubu olarak görmesiyle ve bunu kadınların geleneksel ve “ulusal” kadınlık rolleriyle örtüştürmesiyle ilintili.
Türk modernleşmesi dönemine baktığımızda, kadınların ve erkeklerin yeni vatandaşlık kurgusu içinde farklılaşmış görevleri olduğunu anlarız. Bu yeni görevlerin en önemlilerinden birisi kurulan ulus devlet için iyi vatandaşların yetiştirilmesiydi. Yeni nesli yetiştirme görevi de geleneksel çocuk bakımı sorumluğunun uzantısı olarak kadınlara verilmiştir. Hem eşlerine, hem çocuklarına hem de vatana hizmet etmek, bu süreçte kadınlar için kurgulanmış görevlerdir.
Bu anlamda akademi de bunun uzantısı gibi düşünülen bir yer. Pek çok insanın zihninde, öğretmen olmak ile akademisyen olmak arasında pek fark yoktur. Bilim kadını değil; öğretmendir akademisyen kadınlar. Erkek akademisyenler içinse, bunun böyle olmadığını görüyor ve deneyimliyoruz. Bu nedenle pek çok insanın zihninde, belki akademide kalan birçok kadının ve onların ailelerinin de zihninde böyle bir arka plan var. Burada öne çıkan bir diğer hakim görüş de bir kadının akademisyen olması ile birlikte iş ve aile hayatının dengelenmesi sürecinde rahat edeceğidir. Dolayısıyla burada akademi, kadınlar için cinsiyet kimliğine uyan bir meslek olarak da kodlanıyor.
Bir taraftan da bu yüksek bilim kadını sayıları, Cumhuriyetçi elitin başarılarından birisi. Çünkü kadınlara bu alanı açıyorlar ve kadınların akademiye girebilmeleri için de onları teşvik ediyorlar. Ancak akademide devam eden cinsiyetçi zihniyet ve cam tavan gibi durumlar başarısızlıklarını da gösteriyor.
Üzerinde durulması gereken bir diğer önemli mesele ise akademik hiyerarşi dediğimiz unvan hiyerarşisi ve makamın iktidarı artıkça buralarda kadınların sayısında azalma görülmesi. Bu noktada kadın akademisyenlerin sayısı bölüm başkanlıklarında görece biraz daha yüksek, dekanlıklarda daha az ve rektörlük gibi makamlarda ise oldukça azdır. Kısaca cam tavan diyebileceğimiz sendrom akademide oldukça açık şekilde görülmektedir.
Burada tamamen olumsuz bir tablo çizmemek de gerekir. Bu oranlar her ne kadar az da olsa bundan yirmi yıl öncesine kadar kadın rektör olmadığını biliyoruz. Bu pozisyonlardaki artışlar küçük; fakat önemlidir. Türkiye’de şu an rektörler atanarak görevlerinin başına geliyor. Fakat önceki dönemlerde rektörler seçiliyorlardı. Burada üzerinde durulması gereken önemli bir konu, kadın akademisyenlerin bu süreçte karşı karşıya kaldığı sorunlardır. Örneğin kadınlar, kadın oldukları ve yönetmeye elverişli olmadığı anlayışıyla mı seçilmiyorlardı? Ya da kadınlar bu pozisyonlara aday olabilecek akademik fırsatlara ulaşamıyorlar veya cesareti gösterebilecek bir noktaya gelemiyorlar mıydı? Her iki durum da bizlere akademi yönetimi açısından cinsiyetçiliğin varlığını göstermektedir.
Akademide var olan kadınlar cam tavan meselesinin yıllardır farkında. Bazıları bunu dillendirmiyor olabilir. Fakat her zaman karşı karşıya olduğumuz meselelerden bir tanesi. Dolayısıyla kadınlar, hiyerarşinin üst noktalarında olmadıkları zaman akademide cinsiyetçiliğin üretilmesi de bir anlamda devam ediyor. Örneğin üniversiteler her ne kadar YÖK’e bağlı olsa da aslında her biri kendi içinde özerk bir yapıya sahip. Bu nedenle belli noktalarda kendi kararlarını alıyor ve kriterlerini oluşturuyorlar. Akademide üst pozisyonlardaki kişilerin, kadın akademisyenlerin isteklerini ve taleplerini öteleyecek politikaları ürettiğini de söylemek mümkün. Bu anlamda da akademideki cinsiyetçiliği devam ettiren bir sürece sürüklüyor.
Kadınlar olarak günlük hayatımızın her noktasında çeşitli formlarıyla birlikte taciz edilme gerçeği ile karşı karşıya kalıyoruz. Bu noktada akademideki tacizin boyutları ve formları nasıl şekillenmekte?
Akademik unvandan bağımsız olarak erkek akademisyenler de çevrelerindeki kadınları şiddete ve tacize maruz bırakabiliyorlar. Bireysel hayatında cinsiyetçi bir ilişkisi olan bir insan cinsiyetçi yaşamını akademide de devam ettiriyor. Üniversite içinde kurduğu ilişkiler de bu çerçevede şekilleniyor. Bu süreci unvan hiyerarşisinin en üstündeki bir kişiden öğrencilere kadar düşünmek gerekmekte. Kısaca kimse, üniversitenin kapısından girerken kirli çamaşırlarını dışarıda bırakıp üzerine pak pür bilim kıyafetlerini giyinmiyor.
Pek çok insan akademide bir bilim insanının cinsel taciz ile anılamayacağı fikrine sahiptir. Ancak ne yazık ki bu böyle değildir. Örneğin Amerika’da başlayan “MeTooSTEM” hareketi akademide, özellikle fen/doğa bilimleri alanında cinsel tacize, şiddete veya ısrarlı takip gibi tacizin çeşitli boyutlarına uğrayan kadınların yaşadıklarını paylaşma imkanı vermiştir. Yapılan bu paylaşımlar ile birlikte Amerika’da akademide her iki kadından birinin tacize uğradığı sonucuna ulaşılmıştır. Bu veriler, bizlere olayın ne boyutta olduğunu göstermesi açısından oldukça önemli. Türkiye’de böyle bir veri henüz yok. Fakat durumun farklı olduğunu düşünmüyorum. Her ne kadar bu konular Türkiye’de az konuşulsa da özellikle son dönemlerde gerçekleştirilen “SusmaBitsin” ve“Me Too” hareketleriyle birlikte akademideki taciz vakaları da konuşulmaya başlandı. Bunun ne kadar yaygın olduğu ve zaman zaman çok saygıdeğer bilim adamları/hocalar tarafından yapılabildiği görüldü.
Aslında akademide cinsiyetçilik, her gün karşılaştığımız bir olgudur. Örnek vermek gerekirse, istisnalar olsa dahi erkek bir asistanla kadın bir asistanın çoğu zaman maruz kaldığı davranış modelleri birbirinden farklıdır. Örneğin bir toplantı olduğunda ve çay servisi yapılacağı zaman, bu hizmet oradaki kadın akademisyenlerden talep edilir. Burada elbette cinsiyet, yaş, unvan gibi çeşitli hiyerarşi unsurlarını da düşünmek gerekmekte. Bu nedenle akademide de özellikle genç kadın akademisyen olmak en zorlusu sanırım.
Unvanınız artıkça tacize maruz kalma biçimlerinizde de zaman zaman azalma veya farklılaşma söz konusu olabilir. Örneğin unvanınız, yaşınız artıkça, işinizde başarılı olduğunuzda veya bir kadından beklenen davranış modellerini karşılamadığınızda özel hayatınıza dair çeşitli yorumlar yapılabilmekte. Örneğin çocuğu olan bir kadın akademisyene çocuğun kariyerine olumsuz bir etkisi olacağı yorumları kolaylıkla yapılabilirken aynı durumdaki erkek akademisyen için aynı kaygılar taşınmaz. Dolayısıyla bu örnekte olduğu gibi özellikle yönetici ve unvan hiyerarşisinde üstte yer alan genellikle erkek akademisyenler, kadın akademisyenlerin bedeni ve kişisel hayatı hakkında yorum yapabilme hakkını kendilerinde görebilmekte. Bir başka örnek olarak da çoğu zaman doğum izinlerinin sorun yapıldığını, çeşitli sorumlulukların altında bırakılan birçok kadın akademisyenin deneyimlerini de biliyoruz. Dolayısıyla bu durumun da bir taraftan akademide cinsel taciz ve mobbing olarak görülebilecek bir mesele olarak değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Kadın akademisyenlerin, yaşa ve unvana bağlı maruz bırakıldıkları cinsiyetçi tavırlar ne kadar farklılık gösterse de hepsinin temelinde benzer otorite ve iktidar ilişkileri yer almakta.
Ceren Damar cinayeti akademide alınan kararlar ve farkındalık açısından bir dönüm noktası oldu diyebilir miyiz?
Ceren Damar’ın genç bir kadın akademisyen olarak karşı karşıya kaldığı bir şiddet vardı. Ve bunun sonucunda da ne yazık ki öldürüldü. Her ne kadar kararlar düzeyinde Ceren Damar cinayeti öncesi ve sonrasında farklılık gözlemlemesem de akademisyenlerin, özellikle genç kadın akademisyenlerin maruz kaldığı davranışlar açısından bir kırılmaydı. Özellikle bu meselenin zaten farkında olan veya bunu bir şekilde deneyimlemiş pek çok kadın açısından bir öncesi ve sonrası olduğunu düşünüyorum. O zamanki tartışmaları hatırladığımızda, pek çok kadın akademisyen aslında Ceren Damar cinayetinin akademide bir kadın cinayeti olduğunu da söyledi. Hepsinin birleştiği veya mutabık olduğu bir şey vardı. Olayın örgüsüne baktığımızda kopya çeken bir öğrenciyi yakalayan bir asistan ve sonra buna sinirlenip bunu bir şekilde kabul etmeyip onu eziyet ederek, ondan öç alarak öldüren bir öğrenci var. Ama bu öğrencinin cinsiyetine ve davranış modeline, öldürülen akademisyenin cinsiyetine ve maruz kaldığı şiddet biçimine baktığımızda bunun bir kadın cinayeti olduğunu görmememiz mümkün değil. Elbette ki sadece buna indirgemenin de yanlış olduğunu düşünüyorum. Fakat bu üzerinde durulması gereken bir nokta. Eylemi gerçekleştiren öğrenci hırsını alamadığını ve bunu kendine yediremediğini ifade etmişti. O dönem pek çok kadın “Acaba orada erkek bir akademisyen olsaydı yine bu erkek öğrenci bu meseleyi kendine yediremeyecek miydi? Bunu bu kadar hırs haline getirebilecek miydi?” sorularını sordu. Buradaki olay aslında üzerinde durduğumuz iktidar-otorite meselesiyle ilgili. Burada hırslanması, aslında onun iktidarına karşı bir tepki görmesinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla bu iktidar ilişkisinde bir cinsiyet meselesinin olduğu, görmezden gelinmemesi gereken önemli bir nokta.
Ceren Damar cinayeti, akademi cinsiyetçiliğinde şiddet boyutunun olabileceğinin ve şiddet boyutunun nerelerde karşımıza çıkabileceğinin de bir göstergesiydi. Bu nedenle altını çizmek oldukça önemli. Nitekim, pek çok akademisyen kadın, kendi kişisel deneyimleriyle de sabit olarak bu cinayetin içinde cinsiyete dair unsurlar olduğunu gördü.
Akademide cinsiyetçi söylem ve eylemlere karşı nasıl bir mücadele verilmeli?
Bu mücadelede ilk olarak kurumsal cevap verebilmek önemli. Örneğin pek çok büyük üniversitede Cinsel Taciz Komisyonları kuruluyor. Cinsel Taciz Komisyonları sadece akademideki cinsel tacizlere değil; çeşitli boyutlarıyla akademide cinsiyetçiliğe de odaklanıyorlar. Benim de içinde yer aldığım bu komisyonlar, akademide cinsiyetçilik eylemleriyle mücadelede oldukça önemli bir yere sahip. Fakat bu komisyonların kurulması, harekete geçmesi ve işlemesi çok kolay olmuyor. Bunun bir nedeni, taciz gibi konuların her yerde olduğu gibi akademik yönetimlerce de çoğu zaman görülmeyen veya üstü kapatılmak istenilen meseleler olmasından kaynaklanıyor. Ayrıca bu komisyonların ceza verebilme kapasitesi de kısıtlı. Herhangi bir fiziksel, cinsel taciz, tecavüz gibi polisin işin içine dahil olması gereken bir cezaya ya da hukuki sürece götüren bir suç ortada yok ise bu mesele sadece rapor veya tutanak tutularak rektörlüğe aktarılıyor. Durumla ilgili nihai kararı vermek rektörlüğe kalıyor. Dolayısıyla, bu mücadelede üniversite yönetimlerinin ve YÖK’ün duruşunun çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu kurumların cinsel taciz ve akademide cinsiyetçiliğin ifşa edilmesi, cezalandırılması ve bununla olmadan mücadele etmek için gereken iradeyi ortaya koyması gerekli. Bunlara ek olarak, Cinsel Taciz Komisyonlarının varlıklarının güçlendirilmesi ve buralara yapılacak başvuruların belki çeşitli destek mekanizmaları ile teşvik edilmesi gerektiğini düşünüyorum.
Dolayısıyla Cinsel Taciz Komisyonları, üniversiteler içerisinde toplumsal cinsiyet eşitlik birimleri, eylem planları, bu meseleyi görünür hale getirebilecek öğrenci toplulukları, kampanyalar gibi çeşitli mecralarla birlikte kurumsal cevaplar bu mücadeledeki oldukça önemli araçlar.
Bir diğer önemli mesele ise davranışların cinsiyetçi yansımalarına dair farkındalık düzeyidir. Bu noktada, akademideki bilim insanlarının hangi davranışların cinsiyetçi olduğuna dair bir bilinçle donatılmasını sağlamak gerekmektedir. Üniversitelerin kendi içindeki idari yapılanmalarının, enstitü, bölüm, anabilim dalı, araştırma merkezi, bilimsel araştırma birimleri, komisyon gibi birimlerinin bu meselelere kurumsal cevap vermek ve bu bilinci yaratacak stratejiler üretmeleri gerekmekte.
Fakat hepsinden önemlisi herhangi bir cinsiyetçi davranış veya eylemle karşı karşıya kalan akademideki bütün kadınların kolektif bir bilince sahip olması. Tam da günümüzde burada sosyal medya çok önemli bir araç haline geldi. Kadınların kolektif olarak kendilerini güçlü hissedebilecekleri mecralar, alanlar yaratmak çok önemli. Çünkü bu mesele çoğu zaman farkında olmadığımız bir konu veya farkında olsak da bununla mücadelede bazen ne yapacağımızı bilemediğimiz bir mesele. Fakat yalnız olmadığımızı bildiğimizde veya bunun çeşitli mücadele biçimlerinin olduğunu gördüğümüzde o zaman farklı bir şekilde hareket edebilme imkanımız oluyor. O nedenle bu mücadelenin ilk ayaklarından biri, yine biz kadınlarız. Kendi içimizde örgütlenmek, kolektif hareket etmek ve birbirimizi korumak en başta akademideki her bir kadının sorumluluğu diye düşünüyorum.